Yerel seçimler yaklaşıyor ve herkes bu konuda az veya çok bir şeyler karalıyor. Ben de bundan geri durmayacağım tabii. Benim iktidar kanadında ve iktidar kanadını savunan yazarlarda anlamadığım bir konu var ki bunu paylaşmak istiyorum. Diyorlar ki; "Bu yerel seçim gibi gözükebilir ama şu anda beka sorunu var. Ülkede beka sorunu varken bu millet ekonomiyi düşünmemeli. Ülke elden gitse daha mı iyi?" tarzı şeyler söylüyorlar. Bu konu üzerinden bir sürü farklı yorum şekilleri eklenebilir. İşte ben bunu anlamıyorum. Yahu tamam, elbette ortada vatanın elden gitmesi söz konusuysa eminim herkes elini taşın altına koyar. Bunda sıkıntı yok. Sıkıntı şurada; 17 yıldır iktidarda olan partinin icraatları sebebiyle bu duruma gelmiş olmamız. Ekonomiden falan anlamam. Çarklar nasıl dönüyor, ihracat, ithalat, döviz dalgalanmaları gibi konuları kulaktan dolma üç beş duyum üzerinden fikir yürütürüm. Yalnız şu var ki bu icraatların ceremesini niye ben çekiyorum? Saçma bir soru mu? İlk bakışta evet. Ortada ülkemize yapılan bir saldırı varsa bunu bütün bir toplum çekecek. Çekecek demeyeyim aslında, etkilenme diyeyim. İlk başta saçma bir soru gibi ama bütüne baktığımız zaman bence gayet mantıklı soru. Niye ben çekeyim?
Elhamdülillah müslümanım. Benim inandığım bazı değerler var. İktidar, islami kimliği ile ön plana çıkmış bir oluşum. İnsanlar dini hassasiyetleri olduğuna inandıkları için bu partiye oy verdiler. Çıkış zamanlarında başörtüsü sorunu vardı, katsayı meselesi vardı, ekonomik kriz vardı ve bir kurtarıcı hüviyetinde ön plana çıkıp tek başına iktidarı kazandılar. Ya sonra? Sonrasını söyleyeyim mi? Taşıdıkları kimlikle kazandıkları koltuğun arasında tercih yapmak zorunda kaldılar. İnsan nefsi işte, koltuk tarafı ağır geldi. Olay en ilkel anlatımla bu. Kendi çevrene makamları dağıtacaksın, liyakat nedir dinlemeyeceksin, hemşehricilik yapacaksın, işleri yakın eş-dost-akrabaya verip çevreni zengin edeceksin, hak-hukuk nedir dinlemeden gücünü kullanıp işlerini göreceksin sonra ekonomide sıkıntıya düşünce gram etkilenmeyip ay sonunu bile zor getiren insanlardan direnmelerini bekleyeceksin. Kusura bakmayın ama bu hale siz getirdiniz. Hayvancılık ve tarım bitti, dışarıdan bir çok şeyi ithal eder hale geldik. Alım gücü her geçen gün daha da düşüyor, insanların harcamaları artarken, kazançları düşüyor. Evet, iktidarın ilk yılları inşaat üzerinden bir altın çağı yaşandı ama hatırlarım, ekonomistler hep bu durumun sürdürülebilirliğinin olmadığını ve gerekli önlemler alınmazsa bu balonun patlayacağını söylüyorlardı. Göz göre göre bu hale geldik. Diyorum ya bu hale siz getirdiniz, ceremesini biz çekiyoruz. O yüzden vatan, millet, Sakarya edebiyatının arkasına saklanılmasını dürüst bulmuyorum.
Bakın size sadece iki örnek vereceğim; imar barışı çıktı değil mi? Dedemin bir lafı vardır; "Bu ülkede kanunsuzluk ödüllendirilir" diye. Ulan herif gelip arsaya çökmüş ve burası benim demiş. Ne arsayı satın almış, ne vergisini vermiş. Üstüne bina çıkmış. Tabii gene vergi falan hak getire. Sonra devlet bunlara su, elektrik bağlamış. Oy kaygısıyla binaları yıkmamışlar. Belki göstermelik bir iki bina, bilemem. En son işte imar affı çıktı. Kartal'da çöken binayı biliyorsunuz. Vefat edenlere Allah rahmet eylesin. Galiba 3 katı kaçakmış. E kardeşim sen imar affıyla bu binayı yasal hale getirdin. Sonra çıkıp şaka gibi diyorsunuz ki; "artık bu durum çok oldu, adam akıllı kentsel dönüşümü yapmak zorundayız". Ya arkadaş şaka mısınız? Sen verdin imar affını sen! Ben vermedim, ben nasıl inşa edildiği belirsiz binalara imar vermedim. Sen önünü açtın ve sen verdin. Kentsel dönüşüm projeleri zaten felaket. Adamın 120 m2 evi varken gel sana 80 m2 verelim diyorsun. Afedersinde adam aradaki 40 m2'de kalan eşyalarını neresine sokacak? E sonuçta insanlar sahip oldukları ölçüsünde varlıklarını değerlendiriyor. Evi 120 m2 ise ona göre ev düzeni oluyor. Kaldı ki 40m2 demek bir oda demek. İnsanlardan böyle bir şeyi kabul etmesini nasıl beklersin? Senelerce düşük faizlerle insanları krediye özendirdiniz, herkesi borç almaya teşvik ettiniz. Araba borç, ev borç. Her şeye zam. Şimdi kalkıp diyorsunuz ki beka sorunu. Arkadaş kusura bakma ama insanları bu duruma sizin politikalarınız düşürdü. Bütün kadrolarınız parasına para kattı, geldiği yeri unuttu. Hepsi vatandaşa tepeden bakan ukala dümbeleğe dönüştü, güç sarhoşluğu içine girdiler. Bütün gençlik kolu başkanlarınız dahil olmak üzere hepsi küçük dağları ben yarattım havasında. Alman marka araçtan aşağı aracı olmayan "başkan" sıfatlı adamınız yok. Değişim diyorsunuzda neyi değiştirdiniz? Benim gördüğüm o ukala, kibir dolu adamlar hâlâ yerli yerinde duruyor.
İkinci örneğim ise taşeron mevzusudur. Arkadaş ben hayatımda böyle kazık görmedim. Şahsım, taşeron şirketten belediye şirketine geçmiş biriyim. Biz evvelden asgari ücret üzerinden maaş alıyorduk. İşte asgari ücretin yüzde(%) bilmem kaçı gibi. Belediye ile sözleşme imzalarken dediler ki haklarınız aynen devrolacak. 1600 lira asgari ücretin 2000 liraya çıkarılmasından sonra haliyle bizde iyi bir zam beklerken ne oldu? Dediler ki ilk ay %4, ikinci ay %4 zam alacaksınız. Enflasyon farkı falan da yok he. Enflasyon bile %20'lerde dolaşırken yıl içinde bize toplamda %8 zam yapacaklar. Kaldı ki zaten vergi dilimi muhabbetine ikinci %4'ten de bir şey anlamayacağız. Ben 125 lira civarında bir zam alacağım mesela. Geçen sene 110 m2 oturduğum evde en yüksek 230 lira doğalgaz vermişken bu sene 80 m2 evde 450 lira ödedim. Elektrik neredeyse iki katına çıktı. Bu aldığım zam doğalgaz artışının ancak yarısını karşılıyor. Elektrik, su, market harcamaları bu kadar pahalanmışken bize 125 liralık zammı uygun gördüler. Diyorum ya sözleşmemiz asgari ücret üzerinden, son aldığımız maaş bordrosu asgari ücret üzerinden ama çok sevgili Aile ve Çalışma Sosyal Hizmetler Bakanlığı bir yazı ile kazığı tüm bizim gibi ex-taşeronlara sokmuş durumda. Ben bunlara hakkımı gram helal etmiyorum. Veballeri boyunlarına. Kirama zam gelecek, doğalgaz ve elektrik zaten zamlı. Harcamam 10 birim artarken gelirim 1 birim arttı. Geçen seneye göre 9 birim içerideyim. Benim gibi binlerce çalışan var. Bunun vebalini nasıl ödeyecekler merak ediyorum. Kendileri zenginleşirken kendilerini var eden çalışan kesime böylesine kazığı soktuktan sonra beka meka demeyin lütfen. İnandırıcı olmuyorsunuz. Beka sadece bize mi? Umut Sarıkaya'nın bir tiplemesi var; Y.rrak Gibi Adam. Heh işte biz o karikatürlerdeki gariban tayfayız. Çok doluyum ama bu kadar yeter sanırım.
11 Şubat 2019 Pazartesi
30 Ocak 2019 Çarşamba
Liyakata Önem Ver ama Uygulama
Müslüman camianın en büyük sorunudur liyakat. Çok güçlü olmasa da sermaye vardır, teşkilat vardır ama bunları etkili bir şekilde kullanım kapasitesine sahip insan gücü yoktur. Zeka veya eğitim problemli kesinlikle yok. Nice iyi tedrisattan geçmiş gençlerimiz, insanlarımız var. Müslümanların en büyük sorunu bu liyakat sahibi insanları değerlendirememe noktasında başlıyor. Laf ebeliği fazla fakat icraat sıfır. Gelin ne demek istediğimi maddeler halinde sıralayayım;
1- Etiketçilik: STK altında faaliyet gösteren çoğu görevli veya gönüllü, etiket için orada bulunmakta. Toplantılarda çok güzel projeler öne sürerler, yaptıklarını çok güzel dile getirirler fakat sıkıntı şuradadır ki yaptıkları bir şey yoktur. İdare kadrosundakiler ise duymak istediklerini duydukları için onları sorgulayıp, söylediklerini yapıp yapmadıkları noktasında bir denetim mekanizması kurma ihtiyacı hissetmiyorlar. Bunun en büyük sebebi ise güven noktasında sıkıntı olduğu için birden fazla işle uğraşıyorlar ve kafaları o kadar allak bullak vaziyette oluyor ki idare mekanizmasının yetersiz kalmasından ötürü kimse kimin ne yaptığını denetlemiyor, uğraşmaya vakit ayıramıyor. Bunu ayrı bir başlıkta inceleyeceğim. Hanımlar kızmasın ama kadınların başı çektiği oluşumlarda da bu durum farklı değil. Zamanında üniversitelerde başörtüsü engeli musibetini yaşamış olan kadınlarımız, geç ama güç elde ettikleri eğitim haklarının kazandırdıklarını biraz eskinin eziklik psikolojiyle fazla ön plana çıkarma gayretine düşüyorlar. Anne ve çocuk eğitimi başlıklarında çok güzel konuşuyorlar fakat iş icraata gelince anlattıklarının onda biri için bile el oynattıklarını göremezsiniz. Sadece çağrıldıkları zaman fotoğraf altında isimleri geçsin, iki üç cafcaflı cümle kursunlar, onlara yeter. Derneklere gidip, eğitim hakkında neler yaptığı hakkında tonla hikayeler anlatan tipler biliyorum ki aslında tek yaptığı mesai saatleri içerisinde akşamdan izleyemediği tv dizilerini internetten seyredip, sıkıldığında uyumak olan insanlar var. Ertesi gün gözünün içine baka baka şunları yaptık, bunları ettik diye anlatınca acıyorsun. Erkek kesimi de bu konularda berbat. Halis niyetli olanları ayırırsak, çoğunun niyeti; fotoğraflarda etiket olsunlar, makam verileceği zaman en önde olsunlar ki kaçırmasınlar derdinde. Gene burada idare kaynaklı sıkıntı var ki bunu ayrıca ele alacağım.
2- İdare: İdarecilerimizde büyük bir sıkıntı var maalesef. Çoğu birden fazla faaliyet çatısı altında bulundukları için tek tek faaliyetleri takip edemiyorlar. Bunun sıkıntısı ise; en çok yalan söyleyen, duymak istediklerini en iyi aktaranların önünü açıp, gerçekten faydalı işler yapmak isteyipte yalan söyleyemeyen veya bir şekilde sindirilmiş hakkı yenen insanların geri planda kalmasıdır. Tek derdi cebine üç kuruş daha fazla koymak olan sülük tayfa ise iyice faaliyetleri kendine oyuncak eder, insanları sömürür ve hesap verme zamanı geldiğinde üstüne duymak istediklerini anlatır ve iş bu şekilde devam eder. Seni dinlemezler, çekemediğin için o şekilde konuştuğunu düşünürler. Çünkü karşı taraf öyle güzel beyinlerini yıkıyor ki biraz daha konuşursan düşman ilan edileceksin. Ne anlatırsan anlat, dinlemiyorlar seni. Her şey gözünün önünde cereyan ediyor, ceplerine indirdiklerine birebir şahit oluyorsun ama anlatamıyorsun. Küçümser ve alaycı gözlerle sana onları savunuyorlar. Kafaları kilitleniyor, geniş açıdan göremiyorlar. Bu bizim idarecilerin diğer büyük bir sorunudur.
3- Liyakat: İşte asıl sorun budur. Liyakat. Öyle berbat bir sistem var ki nasıl anlatsam bilemiyorum. AKP sonrasını ele alırsam; AKP ile müslüman vakıf ve derneklerin faaliyet alanları genişledi, hareket alanları arttı. Zamanında AKP öncesi aksiyon almış, başörtüsü vb. konularda ön plana çıkmış ve mücadele içerisinde bulunmuş insanlar kurumsallaşma ile beraber bir noktalara getirildi. Özellikle parası olanlar ki o dönemlerde para hakikaten büyük bir ihtiyaçtı. Parası olmayanlar ise mahalle teşkilatları belki il veya ilçe teşkilatlarına kadar çıkabildi ama orada kaldılar. Ayrıca eğitim noktasında da sıkıntı olduğu için devşirme adamlar bu oluşumlarda makam sahibi oldular. Akp, kadrosunu güçlendirdikçe, para ve makam iyice oturdukça teşkilatlarda borusu ötenin yakın çevresi yeni açılan makamlara yerleştirilmeye başlandı. Burada liyakate değil, ağzı laf yapana ve cebinde parası olana bakıldı. Ahtapot gibi sardılar bütün teşkilat, vakıf ve dernekleri. Bugün ise bir faaliyet yürüteyim dediğin zaman muhakkak müslüman bildiğin bir adamın engeline takılıyorsun. Zamanında engeli çıkaran kim biliyordun, şimdi ise engel içimizden birileri oldu. Bu ilk kurumsallaşmada makama kök salmış, kendi adamları yesinler diye köşelere konulmuşlar sırf kendi cebine bir faydasını görmediği için onlarca projeyi tek kalemde çöpe atabiliyor. Kurumların başlarına getirdikleri adamlar da bu şekilde oluyor. Anlattığından zerre bilgisi olmayan adamlar kalkıp akıl veriyor, nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor ve işler boka sardığında sorumlu o değil, sen oluyorsun.
Ya aslında anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki. Çok havada bir yazı olduğunun farkındayım. Her şeyi yazamıyorsun işte. Elinde resmi kanıt yok. Gözlerinde görüyorsun ama kanıtla dediğinde kanıtlayamıyorsun. Elinde güç yok, herifler ahtapot gibi sarmış her yeri. Ben şunu merak ediyorum; bu adamlar ahireti hiç mi düşünmez?Müslümanlar şu cemaatçiliği, benim adamımcılığı bıraksa her şey o kadar farklı olacak ki...
1- Etiketçilik: STK altında faaliyet gösteren çoğu görevli veya gönüllü, etiket için orada bulunmakta. Toplantılarda çok güzel projeler öne sürerler, yaptıklarını çok güzel dile getirirler fakat sıkıntı şuradadır ki yaptıkları bir şey yoktur. İdare kadrosundakiler ise duymak istediklerini duydukları için onları sorgulayıp, söylediklerini yapıp yapmadıkları noktasında bir denetim mekanizması kurma ihtiyacı hissetmiyorlar. Bunun en büyük sebebi ise güven noktasında sıkıntı olduğu için birden fazla işle uğraşıyorlar ve kafaları o kadar allak bullak vaziyette oluyor ki idare mekanizmasının yetersiz kalmasından ötürü kimse kimin ne yaptığını denetlemiyor, uğraşmaya vakit ayıramıyor. Bunu ayrı bir başlıkta inceleyeceğim. Hanımlar kızmasın ama kadınların başı çektiği oluşumlarda da bu durum farklı değil. Zamanında üniversitelerde başörtüsü engeli musibetini yaşamış olan kadınlarımız, geç ama güç elde ettikleri eğitim haklarının kazandırdıklarını biraz eskinin eziklik psikolojiyle fazla ön plana çıkarma gayretine düşüyorlar. Anne ve çocuk eğitimi başlıklarında çok güzel konuşuyorlar fakat iş icraata gelince anlattıklarının onda biri için bile el oynattıklarını göremezsiniz. Sadece çağrıldıkları zaman fotoğraf altında isimleri geçsin, iki üç cafcaflı cümle kursunlar, onlara yeter. Derneklere gidip, eğitim hakkında neler yaptığı hakkında tonla hikayeler anlatan tipler biliyorum ki aslında tek yaptığı mesai saatleri içerisinde akşamdan izleyemediği tv dizilerini internetten seyredip, sıkıldığında uyumak olan insanlar var. Ertesi gün gözünün içine baka baka şunları yaptık, bunları ettik diye anlatınca acıyorsun. Erkek kesimi de bu konularda berbat. Halis niyetli olanları ayırırsak, çoğunun niyeti; fotoğraflarda etiket olsunlar, makam verileceği zaman en önde olsunlar ki kaçırmasınlar derdinde. Gene burada idare kaynaklı sıkıntı var ki bunu ayrıca ele alacağım.
2- İdare: İdarecilerimizde büyük bir sıkıntı var maalesef. Çoğu birden fazla faaliyet çatısı altında bulundukları için tek tek faaliyetleri takip edemiyorlar. Bunun sıkıntısı ise; en çok yalan söyleyen, duymak istediklerini en iyi aktaranların önünü açıp, gerçekten faydalı işler yapmak isteyipte yalan söyleyemeyen veya bir şekilde sindirilmiş hakkı yenen insanların geri planda kalmasıdır. Tek derdi cebine üç kuruş daha fazla koymak olan sülük tayfa ise iyice faaliyetleri kendine oyuncak eder, insanları sömürür ve hesap verme zamanı geldiğinde üstüne duymak istediklerini anlatır ve iş bu şekilde devam eder. Seni dinlemezler, çekemediğin için o şekilde konuştuğunu düşünürler. Çünkü karşı taraf öyle güzel beyinlerini yıkıyor ki biraz daha konuşursan düşman ilan edileceksin. Ne anlatırsan anlat, dinlemiyorlar seni. Her şey gözünün önünde cereyan ediyor, ceplerine indirdiklerine birebir şahit oluyorsun ama anlatamıyorsun. Küçümser ve alaycı gözlerle sana onları savunuyorlar. Kafaları kilitleniyor, geniş açıdan göremiyorlar. Bu bizim idarecilerin diğer büyük bir sorunudur.
3- Liyakat: İşte asıl sorun budur. Liyakat. Öyle berbat bir sistem var ki nasıl anlatsam bilemiyorum. AKP sonrasını ele alırsam; AKP ile müslüman vakıf ve derneklerin faaliyet alanları genişledi, hareket alanları arttı. Zamanında AKP öncesi aksiyon almış, başörtüsü vb. konularda ön plana çıkmış ve mücadele içerisinde bulunmuş insanlar kurumsallaşma ile beraber bir noktalara getirildi. Özellikle parası olanlar ki o dönemlerde para hakikaten büyük bir ihtiyaçtı. Parası olmayanlar ise mahalle teşkilatları belki il veya ilçe teşkilatlarına kadar çıkabildi ama orada kaldılar. Ayrıca eğitim noktasında da sıkıntı olduğu için devşirme adamlar bu oluşumlarda makam sahibi oldular. Akp, kadrosunu güçlendirdikçe, para ve makam iyice oturdukça teşkilatlarda borusu ötenin yakın çevresi yeni açılan makamlara yerleştirilmeye başlandı. Burada liyakate değil, ağzı laf yapana ve cebinde parası olana bakıldı. Ahtapot gibi sardılar bütün teşkilat, vakıf ve dernekleri. Bugün ise bir faaliyet yürüteyim dediğin zaman muhakkak müslüman bildiğin bir adamın engeline takılıyorsun. Zamanında engeli çıkaran kim biliyordun, şimdi ise engel içimizden birileri oldu. Bu ilk kurumsallaşmada makama kök salmış, kendi adamları yesinler diye köşelere konulmuşlar sırf kendi cebine bir faydasını görmediği için onlarca projeyi tek kalemde çöpe atabiliyor. Kurumların başlarına getirdikleri adamlar da bu şekilde oluyor. Anlattığından zerre bilgisi olmayan adamlar kalkıp akıl veriyor, nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor ve işler boka sardığında sorumlu o değil, sen oluyorsun.
Ya aslında anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki. Çok havada bir yazı olduğunun farkındayım. Her şeyi yazamıyorsun işte. Elinde resmi kanıt yok. Gözlerinde görüyorsun ama kanıtla dediğinde kanıtlayamıyorsun. Elinde güç yok, herifler ahtapot gibi sarmış her yeri. Ben şunu merak ediyorum; bu adamlar ahireti hiç mi düşünmez?Müslümanlar şu cemaatçiliği, benim adamımcılığı bıraksa her şey o kadar farklı olacak ki...
11 Kasım 2018 Pazar
Bilim-Kurgu Açlığı
Son zamanlarda adam akıllı beni saran, zevkle oturup bir sonraki bölümünü beklediğim bilim-kurgu dizisi bulamıyorum. The Expanse hariç tabii. Amazon kurtardı sağolsunlar ama Amazon olmasa o da kaderine terk edilecekti. Yav tamam, yok değil. Marvel'ın dizileri, Westworld ve aklıma gelmeyen bazı diziler yok değil ama ben şahsen oturup sürekli izleyemedim.
Ben sıkı bir Star Trek hayranıyım. Film ve dizi olarak bütün yapımlarını izledim. Eski dizisi de dahil. Uzay ağırlıklı olmak kaydıyla diğer dizileri es geçmeden sayarsam; Fringe, The Invasion, Star Trek serileri, Babylon 5, Farscape, Stargate serisi, Battlestar Galactica, X-Files ve aklıma gelmeyen tarzda dizi çıkmıyor artık. Yani hem biraz ciddi, bazen eğlenceli, her bölüm farklı bir olay örgüsü olduğu ve tekrar o bölümde çözüme kavuştuğu tarzda dizi bulamıyorum. Yeni dizilerde fazla bir ciddiyet, kasvet, onlarca bölüm sonra bazı şeylerin aslının ortaya çıktığı, koca senede 10-12 bölümün olduğu dizi haline büründü bütün yapımlar. V dizisinin eski dizisiyle yeni dizi karşılaştırmasını örnek verebilirim. Bir başka örnek olan Stargate mesela; keyifle izlerdim ama Stargate Universe ile o ruhtan uzaklaştılar ve devamı gelemedi. Star Trek'te de durum aynı. Yeni dizisi kötü değil ama o eski ruh yok. Ne bileyim önceki dizilerde mesela Holodeck'e girdiklerinde başlarına komik olaylar da gelirdi, eğlendirirdi. Şimdi hep ciddiyet, hep derinlik, hep kasvet. Hep anlamlı bakışlar, büyük olay örgüleri falan. O eski ruhu öldürdüler resmen. Tabii ki bu işler arz-talep meselesi. O zaman insanlar bu tip yapımları seviyordu, şimdi ise bu tip yapımlar rağbet görüyor ve hem eskiyi hem yeniyi memnun etmek adına böyle hibrit yapımlarla karşımıza çıkıyorlar. Kızamıyorum ama o eski ruhu öldürmeden de bazı şeylerin yapılabileceğini düşünüyorum. Neyse, bakalım bu iş nereye gidecek. Hakkını yemeyeyim; her ne kadar artık biraz biraz baymaya başlasa da Supernatural ve bambaşka bir ruhu olan Doctor Who bu havayı devam ettiriyor.
Ben sıkı bir Star Trek hayranıyım. Film ve dizi olarak bütün yapımlarını izledim. Eski dizisi de dahil. Uzay ağırlıklı olmak kaydıyla diğer dizileri es geçmeden sayarsam; Fringe, The Invasion, Star Trek serileri, Babylon 5, Farscape, Stargate serisi, Battlestar Galactica, X-Files ve aklıma gelmeyen tarzda dizi çıkmıyor artık. Yani hem biraz ciddi, bazen eğlenceli, her bölüm farklı bir olay örgüsü olduğu ve tekrar o bölümde çözüme kavuştuğu tarzda dizi bulamıyorum. Yeni dizilerde fazla bir ciddiyet, kasvet, onlarca bölüm sonra bazı şeylerin aslının ortaya çıktığı, koca senede 10-12 bölümün olduğu dizi haline büründü bütün yapımlar. V dizisinin eski dizisiyle yeni dizi karşılaştırmasını örnek verebilirim. Bir başka örnek olan Stargate mesela; keyifle izlerdim ama Stargate Universe ile o ruhtan uzaklaştılar ve devamı gelemedi. Star Trek'te de durum aynı. Yeni dizisi kötü değil ama o eski ruh yok. Ne bileyim önceki dizilerde mesela Holodeck'e girdiklerinde başlarına komik olaylar da gelirdi, eğlendirirdi. Şimdi hep ciddiyet, hep derinlik, hep kasvet. Hep anlamlı bakışlar, büyük olay örgüleri falan. O eski ruhu öldürdüler resmen. Tabii ki bu işler arz-talep meselesi. O zaman insanlar bu tip yapımları seviyordu, şimdi ise bu tip yapımlar rağbet görüyor ve hem eskiyi hem yeniyi memnun etmek adına böyle hibrit yapımlarla karşımıza çıkıyorlar. Kızamıyorum ama o eski ruhu öldürmeden de bazı şeylerin yapılabileceğini düşünüyorum. Neyse, bakalım bu iş nereye gidecek. Hakkını yemeyeyim; her ne kadar artık biraz biraz baymaya başlasa da Supernatural ve bambaşka bir ruhu olan Doctor Who bu havayı devam ettiriyor.
Etiketler:
bilim kurgu,
bilim kurgu dizileri,
bilim kurgu filmleri,
bilim-kurgu,
fringe,
star trek,
stargate
2x Sevap Point
Yazıma başlamamın evvelinde böyle bir konu aklımın ucundan geçmiyordu. Bir anda zihnimde canlandı diyebilirim. Günümüz toplumumuzun son zamanlarda geldiği nokta zihnimi çokça meşgul ediyor diyebilirim. Medyayı ve medyanın yönlendirmesinin etkilerini de dahil ederek söylüyorum. Acaba her bilgiye istenildiği an ulaşma imkanı o kadar güzel bir şey olmayabilir mi? "Cehalet mutluluktur" savını savunacak değilim tabii ki.
Bir asrı aşkındır toplumca bir batılılaşma serüvenimiz var. Yalnız bu batılılaşmayı, batının değerlerini almayı taklit etmek olarak yerleştirmeye çalışınca bir türlü bu topluma uyan bir elbise olamadı. Bunda bizim kültürel kodlarımızın da etkisi var. Araf'ta kalmış vaziyetteyiz. Ben her ne kadar Batı zihniyetini sömürgeci ve üsten bakmacı olarak görsem de bir şeyi kabul etmem lazım ki toplumsal alanda bir çok şeyi başarabilmiş durumdalar. Eğitimde olsun, kültürel alanlarda olsun, toplumsal kurallar olsun bir çok şeyde bizden üstün durumdalar. Üstün derken ben genel anlamda kastediyorum. Yoksa her toplumda belli bir miktar yamuk çıkar. İşin aslı iyi vasıfların çoğu bir müslümanın sahip olması gereken özelliklerdir.
Kur'an-ı Kerim bizde baş üstünde rafta duran, dini günlerde okunup, üç kere öpüp tekrar o rafa konulan bir kitap olduğundan dolayı bu haldeyiz. Din bir yaşam biçimi olmayıp, bir şekil aracı olmuş vaziyette. Mesela mekruh kavramı; bıyık dudağa değmesin, midye yeme gibi şeylere indirgemiş ve orada bırakmışız. Halbuki Allah, İsra Suresi'nde savurganlık, cimrilik, yetim malı korumama, böbürlenmek, söz tutmama, ölçüyü yanlış tutma gibi bir çok şeyin mekruh olduğunu belirtir. Sorsan toplumda bunu bilen sayısı çok azdır. Toplumun çoğunluğu, özellikle din konusunda beynini ipotek etmeyi çok seviyor. Nasılsa anlatan var deyip bütün dini, hikayecilere bırakıyorlar. Yav neredeyse aklım baliğ olduğundan beri Cuma Namazlarını kaçırmamaya özen gösteririm. 5 vakit kılmadığım cahiliye dönemimde bile Cuma kaçırmazdım. Bir kere bile hutbelerde adam akıllı insanlara öğüt niteliği taşıyan bir konu duymadım. Ellerinde bir kağıt, gıygıy mırıldanıp hutbeyi bitiriyorlar. Vaazlarda hocaya bağlı olmak kaydıyla bazen toplumsal meselelere değinilse de genelde onlar da hikaye temelinde kalıyor. Sahabe gitmiş, sahabe gelmiş, üç hurma yemiş ve cennete gitmiş tarzı masallardan ibaret kalıyorlar.
Sokakta kime sorsan on numara müslümandır. Amenna, kimsenin müslümanlığını sorgulamak haddim değildir ama bu bizim hayat biçimimiz olmadıktan sonra ne anlamı kalıyor? Terazimiz yanlış, millet birbirini kazıklama derdinde. Herkes nereden hinlik yapsamda üç kuruş fazla kazansam derdinde. Herif su içti diye oruç tutmayan bir insana saldırır, ertesi gün dininin yapma dediği bir tomar işi hiç düşünmeden yapar. Tuhaf bir ruh halimiz var. Sokaklarda kuralsızlık diz boyu. Ne esnafa güvenir olduk ne de komşuya. Hoş ben İstanbul bazında konuşuyorum. Ufak il ve ilçelerde insan ilişkileri ne boyuttadır bilmiyorum. Yaşı geçmiş olanları bu saatten sonra eğitmek zor. Önemli olan yeni nesli güzel yetiştirebilmek. Yaşı geçmiş olanlara hiçbir şey yapılamaz mı? Elbette yapılır; medya kanallarıyla insanların bilinçlenmesi, en azından bazı şeylere devam edenlere tepki göstertecek duyarlılığı sağlamak gerekiyor. Hayvan sevgisi konusunda (biraz aşırıya kaçıldığını düşünsem de) bu sağlandı. Hâlâ hayvanlara zulmediliyor fakat en azından insanlar böyle bir şeye denk geldiği zaman tepki göstermesini biliyor. Bir şeylerin değişeceğine inanıyorum ama bir an önce toparlanmamız gerekiyor. İşin en başında şu çorba ettikleri eğitimi adam akıllı bir sisteme oturtmaları gerekiyor. Uluslararası istatistiklerde eğitim durumumuz ortada, toplumsal hayatta durumumuz ortada. Umarım bir şeylerin değişmeye başladığı günleri şu gözler görür.
Bir asrı aşkındır toplumca bir batılılaşma serüvenimiz var. Yalnız bu batılılaşmayı, batının değerlerini almayı taklit etmek olarak yerleştirmeye çalışınca bir türlü bu topluma uyan bir elbise olamadı. Bunda bizim kültürel kodlarımızın da etkisi var. Araf'ta kalmış vaziyetteyiz. Ben her ne kadar Batı zihniyetini sömürgeci ve üsten bakmacı olarak görsem de bir şeyi kabul etmem lazım ki toplumsal alanda bir çok şeyi başarabilmiş durumdalar. Eğitimde olsun, kültürel alanlarda olsun, toplumsal kurallar olsun bir çok şeyde bizden üstün durumdalar. Üstün derken ben genel anlamda kastediyorum. Yoksa her toplumda belli bir miktar yamuk çıkar. İşin aslı iyi vasıfların çoğu bir müslümanın sahip olması gereken özelliklerdir.
Kur'an-ı Kerim bizde baş üstünde rafta duran, dini günlerde okunup, üç kere öpüp tekrar o rafa konulan bir kitap olduğundan dolayı bu haldeyiz. Din bir yaşam biçimi olmayıp, bir şekil aracı olmuş vaziyette. Mesela mekruh kavramı; bıyık dudağa değmesin, midye yeme gibi şeylere indirgemiş ve orada bırakmışız. Halbuki Allah, İsra Suresi'nde savurganlık, cimrilik, yetim malı korumama, böbürlenmek, söz tutmama, ölçüyü yanlış tutma gibi bir çok şeyin mekruh olduğunu belirtir. Sorsan toplumda bunu bilen sayısı çok azdır. Toplumun çoğunluğu, özellikle din konusunda beynini ipotek etmeyi çok seviyor. Nasılsa anlatan var deyip bütün dini, hikayecilere bırakıyorlar. Yav neredeyse aklım baliğ olduğundan beri Cuma Namazlarını kaçırmamaya özen gösteririm. 5 vakit kılmadığım cahiliye dönemimde bile Cuma kaçırmazdım. Bir kere bile hutbelerde adam akıllı insanlara öğüt niteliği taşıyan bir konu duymadım. Ellerinde bir kağıt, gıygıy mırıldanıp hutbeyi bitiriyorlar. Vaazlarda hocaya bağlı olmak kaydıyla bazen toplumsal meselelere değinilse de genelde onlar da hikaye temelinde kalıyor. Sahabe gitmiş, sahabe gelmiş, üç hurma yemiş ve cennete gitmiş tarzı masallardan ibaret kalıyorlar.
Sokakta kime sorsan on numara müslümandır. Amenna, kimsenin müslümanlığını sorgulamak haddim değildir ama bu bizim hayat biçimimiz olmadıktan sonra ne anlamı kalıyor? Terazimiz yanlış, millet birbirini kazıklama derdinde. Herkes nereden hinlik yapsamda üç kuruş fazla kazansam derdinde. Herif su içti diye oruç tutmayan bir insana saldırır, ertesi gün dininin yapma dediği bir tomar işi hiç düşünmeden yapar. Tuhaf bir ruh halimiz var. Sokaklarda kuralsızlık diz boyu. Ne esnafa güvenir olduk ne de komşuya. Hoş ben İstanbul bazında konuşuyorum. Ufak il ve ilçelerde insan ilişkileri ne boyuttadır bilmiyorum. Yaşı geçmiş olanları bu saatten sonra eğitmek zor. Önemli olan yeni nesli güzel yetiştirebilmek. Yaşı geçmiş olanlara hiçbir şey yapılamaz mı? Elbette yapılır; medya kanallarıyla insanların bilinçlenmesi, en azından bazı şeylere devam edenlere tepki göstertecek duyarlılığı sağlamak gerekiyor. Hayvan sevgisi konusunda (biraz aşırıya kaçıldığını düşünsem de) bu sağlandı. Hâlâ hayvanlara zulmediliyor fakat en azından insanlar böyle bir şeye denk geldiği zaman tepki göstermesini biliyor. Bir şeylerin değişeceğine inanıyorum ama bir an önce toparlanmamız gerekiyor. İşin en başında şu çorba ettikleri eğitimi adam akıllı bir sisteme oturtmaları gerekiyor. Uluslararası istatistiklerde eğitim durumumuz ortada, toplumsal hayatta durumumuz ortada. Umarım bir şeylerin değişmeye başladığı günleri şu gözler görür.
2 Kasım 2018 Cuma
Kullan-At Zihinler
2014 yılından bu yana belediye kurumunda öğretmenlik yapıyorum. Hitap ettiğimiz aralık ise 2. sınıf ile 8. sınıf arasındaki öğrenciler. Yani ilkokul çağından ergenlik çağına girmiş/girmek üzere olan bir kitleye hitap ediyoruz. Eğitim mefhumunun içinde geçirdiğim 4 yılda bile bir çok şeyin hızlı bir şekilde değişime uğradığını hayretle tecrübe ediyorum.
Klasiktir, çocukluğa uzanan geçmişinizin olduğu arkadaşlarla edilen muhabbetlerde konu ille çocukluk zamanımıza gelir. Eskiler şöyle güzeldi, böyle güzeldi diye. Ortalama bir ailede, ortalama hayat yaşamış bir çok kişide bu özlem vardır. Bu tecrübeler bize, günümüz çocuklarına bakarak mukayese yapma olanağı sağlıyor. Benim hep söylediğim bir şey var; eskiden malın bir kıymeti vardı. Bir oyuncak, bir alet bozulduğu zaman atılmazdı. Tam aksine; imkan dahilinde tamir edilmeye çalışılır, olmazsa tanıdık bir ustaya tamir işi devredilir ve o şey kullanılmaya devam ederdi. Artık kullanılamayacak duruma geldi mi yenisi alınırdı. "Bunun eğitim ile ne alakası var?" dediğinizi uyar gibiyim. Oraya geleceğim birazdan. Son zamanlarda ise hayatımıza "kullan-at", "tak-çıkar" mantığı girdi. Her şey basite indirgendi. Apple'ın telefon dünyasının seyrini değiştirmesinin altında yatan en önemli şey basit kullanım oldu. Yoksa o zamanlarda Nokia'nın hayli güzel ve efsane denebilecek akıllı telefonları vardı. İşte o ufacık detay, Nokia'yı dibe çekip, Apple'ı göğe çıkardı. Asıl önemli şey ise "multitasking" yani "çoklu görev" yapabilme becerileridir. Atıyorum dokunmatik ekranda iki veya üç parmağın kullanılarak işlem yapabilmek, aynı anda birden fazla uygulamayı kontrol edebilmek gibi. Tabii USB çılgınlığını es geçmemek gerek. USB ile hayatımız çok kolaylaştı. Eskiden bir yazıcı yüklemek bile eziyet olabiliyordu. Cihazı tak, CD'yi tak ve yükle, tanıdı-tanımadı endişesi, tanımadıysa programı tekrar kur, kabloyu tak çıkar falan uğraştırırdı. O zamanlarda internet çok faal değildi. Yani bir çok şeyi okuyarak, sorarak veya kendin kurcalayarak çözmek zorundaydın. Bu sırf bilgisayarla değil, diğer bir çok şey için geçerliydi. Cihaz bozuldu mu tamir etmeye çalış, araştır, parça uydurmaya çalış derken ister istemez bedenle beraber zihin de oldukça faal çalışırdı. Şimdi ise cihaz bozuldu mu? Ver servise yenisini versinler. Telefon mu aldın? İki dakikada kullanımını çözersin. Bir çıkmaza mı girdin? Gir internete ve çözüm anında önüne gelsin. O kadar çok hazıra alışmış vaziyetteyiz ki basit sorunların çözümünde bile internete başvurmak zorunda kalıyoruz çünkü son zamanlarda aklımızı kullanma ihtiyacı duymuyoruz.
Çocukların gelişimi açısından basitlik, maalesef çocuklarımızın zihnini öldürüyor. Düşünme, pratik zeka, çözüm yolu arama gibi şeyleri çocuklar yapamayacak duruma geldi ne yazık ki. Okuduklarını bile yapamayan bir nesille karşı karşıyayız. Haberlerde bazen istatistik yayınlanıyor, özellikle bu ÖSS'den sonra falan. Diğer ülkelerle Türkiye'nin, okuduğunu anlama noktasında sıralaması ki bu konuda yerlerdeyiz. Eğitim sistemimiz zaten malumunuz, çöpe döndü. Sürekli yapılan değişiklikler, oturtulamayan bir sistem var. Bizim velilerimiz ise altyapısız bir bilinçlenme dönemine girmiş vaziyette. Yani konuşurken "ben şu konulara çok dikkat ederim", "çocuğumun iyi eğitim almasını istiyorum", "kalite" gibi kavramları ağızlarından düşürmüyorlar ama bunu sağlam temelli bir altyapı ile yapmıyorlar. Kulaktan dolma öğrendikleri şeylerle kendilerince bir bilinçlilik geliştirip bunlar üzerinden çocuklarını eğitmeye çalışıyorlar. Hadi bu veli bir şeyler için çabalıyor; birde eline telefon, tablet tutuşturup, çocuğu internet deliğine bırakıp yeter ki yaramazlık yapmasın, sessiz sakin otursuncu veliler var ki bugün çocukların bu noktada olmalarının asıl sebebi bu velilerdir. Kolaya, hazıra alışma ve velilerinde çocuklarına her istediklerini anında gerçekleştirmeleri çocuklarda akıl yürütmeyi büyük ölçüde öldürüyor.
Telefonlardaki çoklu görev olayından bahsetmiştim. Geçen senelerde bir makale hazırlarken, günümüz bilgisayar oyunlarının çocukların zihinsel gelişimine katkısı üzerine araştırma yapmıştım. Kendim de bir oyun müptelasıyım öncelikle onu belirteyim. Oyunlardaki hızlı akış, ekranda dönen bir çok olaya dikkat etmeye çalışmak, ani gelişen olaylara ani tepki verme gibi şeyler çocuklarda bazı konularda fayda sağlasa da ben özellikle dikkat eksikliği konusunda büyük problem meydana getirdiği inancındayım. Bilgisayar da, insan da aynı anda iki işi birden yapamaz. Bilgisayar yapıyor gibi görünür çünkü işleme hızı o kadar yüksektir ki insan onu aynı anda yapıyor gibi gözükür. İnsanda da bu yoktur. İnsan iki veya daha fazla işle uğraşabilir ama muhakkak biri veya hepsi bir noktada noksan kalacaktır. Tek bir şeye odaklanıp, sadece onunla uğraştığında çıkacak sonuç gibi olmayacaktır. Bilgisayar ve telefon oyunları işte bu dikkati öldürüyor. Her şey o kadar hızlı ve o kadar ani ki çocukların bir şeye odaklanmasına izin vermiyor. Bunun sonucunu ise derslerde, daha 5. dakikada duvarlara bakan çocuk olarak görüyorsun. Tamam, insanın bir şeye odaklı kalmasının da bir sınırı var ama 5 dakika yahu. Zaten yoklama alırken, iki laf edelim derken o 5 dakika doluyor. Daha çocuk 5. dakikada oflamaya poflamaya başlıyor, sağına soluna salça olmaya başlıyor.
Geçenlerde yanlış hatırlamıyorsam milli eğitimde yeni bir yol haritası belirlendi. Açıkladı mı, ben mi gözden kaçırdım bilmiyorum ama velilerin bilinçlendirilmesi ve teknolojinin çocuklar üzerindeki etkisine pek değinilmemiş. Bence en ele alınması gereken konulardan biri budur. Çocuklarımız aptallaşıyor maalesef. Bunu zeka geriliği olarak söylemiyorum. Zeki olan çocuk da aptal oluyor. Başıma en çok gelen örneklerden biri;
Bilgisayarda çocuğun önüne bir bir yazı çıkıyor. Uyarı şu; "Bu programı çalıştırmak için Evet'e basın". Çocuk bakıyor, okuyor fakat anlamıyor. Zeki bir çocuk, biliyorum.
Çocuk - "Hocam! ne yapacağım?".
Ben - "Oğlum, ne yazıyor okudun mu?"
Çocuk - "Evet hocam".
Ben- "Eeee ne diyor?"
Çocuk - "Çalıştırmak için Evet'e basın diyor"
Ben - "Eee yapman gereken yazıyor yani"
Çocuk - "Evet'e mi basmam lazım"
Ben - "Sence? Oku bakayım. Evete basınca çalıştıracak değil mi? Çalışmasını istiyor musun?"
Çocuk - "Evet hocam"
Ben - " E o halde neyi bekliyorsun? Bassana evete"
Çocuk - "Aaa evet hocam doğru, çalıştı"
Burada çocuğa ukalalık yaptığımı zannetmeyin. Çocuğun zihnini düşünmeye itiyorum, en azından ittiğime inanarak bu şekilde konuşuyorum yoksa maksadım çocuğa ukalalık yapmak değil. Bu sahne öyle bir iki çocukta değil, bir çok çocukta başıma geliyor. Akıllı, zeki olduğunu bildiğim çocuklarda da başıma geliyor. Düşünemeyen, beyinleri körelen bir nesil geliyor. Uyanmamız lazım.
Klasiktir, çocukluğa uzanan geçmişinizin olduğu arkadaşlarla edilen muhabbetlerde konu ille çocukluk zamanımıza gelir. Eskiler şöyle güzeldi, böyle güzeldi diye. Ortalama bir ailede, ortalama hayat yaşamış bir çok kişide bu özlem vardır. Bu tecrübeler bize, günümüz çocuklarına bakarak mukayese yapma olanağı sağlıyor. Benim hep söylediğim bir şey var; eskiden malın bir kıymeti vardı. Bir oyuncak, bir alet bozulduğu zaman atılmazdı. Tam aksine; imkan dahilinde tamir edilmeye çalışılır, olmazsa tanıdık bir ustaya tamir işi devredilir ve o şey kullanılmaya devam ederdi. Artık kullanılamayacak duruma geldi mi yenisi alınırdı. "Bunun eğitim ile ne alakası var?" dediğinizi uyar gibiyim. Oraya geleceğim birazdan. Son zamanlarda ise hayatımıza "kullan-at", "tak-çıkar" mantığı girdi. Her şey basite indirgendi. Apple'ın telefon dünyasının seyrini değiştirmesinin altında yatan en önemli şey basit kullanım oldu. Yoksa o zamanlarda Nokia'nın hayli güzel ve efsane denebilecek akıllı telefonları vardı. İşte o ufacık detay, Nokia'yı dibe çekip, Apple'ı göğe çıkardı. Asıl önemli şey ise "multitasking" yani "çoklu görev" yapabilme becerileridir. Atıyorum dokunmatik ekranda iki veya üç parmağın kullanılarak işlem yapabilmek, aynı anda birden fazla uygulamayı kontrol edebilmek gibi. Tabii USB çılgınlığını es geçmemek gerek. USB ile hayatımız çok kolaylaştı. Eskiden bir yazıcı yüklemek bile eziyet olabiliyordu. Cihazı tak, CD'yi tak ve yükle, tanıdı-tanımadı endişesi, tanımadıysa programı tekrar kur, kabloyu tak çıkar falan uğraştırırdı. O zamanlarda internet çok faal değildi. Yani bir çok şeyi okuyarak, sorarak veya kendin kurcalayarak çözmek zorundaydın. Bu sırf bilgisayarla değil, diğer bir çok şey için geçerliydi. Cihaz bozuldu mu tamir etmeye çalış, araştır, parça uydurmaya çalış derken ister istemez bedenle beraber zihin de oldukça faal çalışırdı. Şimdi ise cihaz bozuldu mu? Ver servise yenisini versinler. Telefon mu aldın? İki dakikada kullanımını çözersin. Bir çıkmaza mı girdin? Gir internete ve çözüm anında önüne gelsin. O kadar çok hazıra alışmış vaziyetteyiz ki basit sorunların çözümünde bile internete başvurmak zorunda kalıyoruz çünkü son zamanlarda aklımızı kullanma ihtiyacı duymuyoruz.
Çocukların gelişimi açısından basitlik, maalesef çocuklarımızın zihnini öldürüyor. Düşünme, pratik zeka, çözüm yolu arama gibi şeyleri çocuklar yapamayacak duruma geldi ne yazık ki. Okuduklarını bile yapamayan bir nesille karşı karşıyayız. Haberlerde bazen istatistik yayınlanıyor, özellikle bu ÖSS'den sonra falan. Diğer ülkelerle Türkiye'nin, okuduğunu anlama noktasında sıralaması ki bu konuda yerlerdeyiz. Eğitim sistemimiz zaten malumunuz, çöpe döndü. Sürekli yapılan değişiklikler, oturtulamayan bir sistem var. Bizim velilerimiz ise altyapısız bir bilinçlenme dönemine girmiş vaziyette. Yani konuşurken "ben şu konulara çok dikkat ederim", "çocuğumun iyi eğitim almasını istiyorum", "kalite" gibi kavramları ağızlarından düşürmüyorlar ama bunu sağlam temelli bir altyapı ile yapmıyorlar. Kulaktan dolma öğrendikleri şeylerle kendilerince bir bilinçlilik geliştirip bunlar üzerinden çocuklarını eğitmeye çalışıyorlar. Hadi bu veli bir şeyler için çabalıyor; birde eline telefon, tablet tutuşturup, çocuğu internet deliğine bırakıp yeter ki yaramazlık yapmasın, sessiz sakin otursuncu veliler var ki bugün çocukların bu noktada olmalarının asıl sebebi bu velilerdir. Kolaya, hazıra alışma ve velilerinde çocuklarına her istediklerini anında gerçekleştirmeleri çocuklarda akıl yürütmeyi büyük ölçüde öldürüyor.
Telefonlardaki çoklu görev olayından bahsetmiştim. Geçen senelerde bir makale hazırlarken, günümüz bilgisayar oyunlarının çocukların zihinsel gelişimine katkısı üzerine araştırma yapmıştım. Kendim de bir oyun müptelasıyım öncelikle onu belirteyim. Oyunlardaki hızlı akış, ekranda dönen bir çok olaya dikkat etmeye çalışmak, ani gelişen olaylara ani tepki verme gibi şeyler çocuklarda bazı konularda fayda sağlasa da ben özellikle dikkat eksikliği konusunda büyük problem meydana getirdiği inancındayım. Bilgisayar da, insan da aynı anda iki işi birden yapamaz. Bilgisayar yapıyor gibi görünür çünkü işleme hızı o kadar yüksektir ki insan onu aynı anda yapıyor gibi gözükür. İnsanda da bu yoktur. İnsan iki veya daha fazla işle uğraşabilir ama muhakkak biri veya hepsi bir noktada noksan kalacaktır. Tek bir şeye odaklanıp, sadece onunla uğraştığında çıkacak sonuç gibi olmayacaktır. Bilgisayar ve telefon oyunları işte bu dikkati öldürüyor. Her şey o kadar hızlı ve o kadar ani ki çocukların bir şeye odaklanmasına izin vermiyor. Bunun sonucunu ise derslerde, daha 5. dakikada duvarlara bakan çocuk olarak görüyorsun. Tamam, insanın bir şeye odaklı kalmasının da bir sınırı var ama 5 dakika yahu. Zaten yoklama alırken, iki laf edelim derken o 5 dakika doluyor. Daha çocuk 5. dakikada oflamaya poflamaya başlıyor, sağına soluna salça olmaya başlıyor.
Geçenlerde yanlış hatırlamıyorsam milli eğitimde yeni bir yol haritası belirlendi. Açıkladı mı, ben mi gözden kaçırdım bilmiyorum ama velilerin bilinçlendirilmesi ve teknolojinin çocuklar üzerindeki etkisine pek değinilmemiş. Bence en ele alınması gereken konulardan biri budur. Çocuklarımız aptallaşıyor maalesef. Bunu zeka geriliği olarak söylemiyorum. Zeki olan çocuk da aptal oluyor. Başıma en çok gelen örneklerden biri;
Bilgisayarda çocuğun önüne bir bir yazı çıkıyor. Uyarı şu; "Bu programı çalıştırmak için Evet'e basın". Çocuk bakıyor, okuyor fakat anlamıyor. Zeki bir çocuk, biliyorum.
Çocuk - "Hocam! ne yapacağım?".
Ben - "Oğlum, ne yazıyor okudun mu?"
Çocuk - "Evet hocam".
Ben- "Eeee ne diyor?"
Çocuk - "Çalıştırmak için Evet'e basın diyor"
Ben - "Eee yapman gereken yazıyor yani"
Çocuk - "Evet'e mi basmam lazım"
Ben - "Sence? Oku bakayım. Evete basınca çalıştıracak değil mi? Çalışmasını istiyor musun?"
Çocuk - "Evet hocam"
Ben - " E o halde neyi bekliyorsun? Bassana evete"
Çocuk - "Aaa evet hocam doğru, çalıştı"
Burada çocuğa ukalalık yaptığımı zannetmeyin. Çocuğun zihnini düşünmeye itiyorum, en azından ittiğime inanarak bu şekilde konuşuyorum yoksa maksadım çocuğa ukalalık yapmak değil. Bu sahne öyle bir iki çocukta değil, bir çok çocukta başıma geliyor. Akıllı, zeki olduğunu bildiğim çocuklarda da başıma geliyor. Düşünemeyen, beyinleri körelen bir nesil geliyor. Uyanmamız lazım.
27 Ekim 2018 Cumartesi
Trafik ve Yayalar
Geçen yazımda yayalar üzerine yazma niyetimi dile getirmiştim. Malumunuz olduğu üzere ülkemizde trafik kurallarını takan pek yok. Denetleyen de olmayınca herkesin kafasına göre takıldığı bir trafik oluşumu meydana geliyor. Yalnız, özellikle yayalar konusuna ben çok takılmış durumdayım.
Araba kullanıyorsun. Altında 1 tonluk demir yığını var. Ufacık bir hatada bile insana büyük zararlar verme potansiyeli taşıyan bir taşıt kullanıyorsun ve üzerinde haliyle bunun stresi oluyor. Özellikle dar sokaklarda bu stres daha da artıyor. Bazen öyle yaya modelleriyle karşılaşıyorum ki insan çıldıracak boyuta geliyor. Fatih'te iki nokta üzerinden örnek vereyim;
Vezneciler yönüne ilerlerken Yavuzselim yokuşuna çıkmak için sola dönmek üzere ışıklarda bekliyorsunuz. Yeşil yanıyor ve harekete geçiyorsunuz. Yayalara kırmızı yanmasına rağmen senin gaza basıp, dönerek yola girmene kadar olan vakit boşluğunu yayalar karşıya geçmek için kullanıyor. Tamam, boşlukta karşıya geçeriz/geçiyoruz anlarım. Ayaklarına güveniyorsan koş. Yahu bebek arabalarıyla ağır ağır karşıya geçmeye çalışanlar oluyor. Bebeğin var ve bebeğinin hayatı bu insanların umurunda değil. Ya ille bebeği veya çocuğu olmak zorunda da değil. Kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Geçen yeşil yandı, gazı verdim ve yokuşa girmek üzere dönüşe başladım. Yayaya kırmızı yanıyor he. Tam yayaların beklediği noktaya gelirken karı-koca veya sevgililer pat diye yola atladılar. O an yavaş gidiyor olsam bile -ki oraların insanını bildiğim için hayatta hız yapmam- o kadar ani fırladı ki durmam imkansızdı. Son anda koştukları için kendilerini kurtardılar. Sonra baktım herif ellerini kaldırmış bana sayıyor. Şimdi soruyorum size; ben bu iki gerizekalıya çarpsam kim suçlu? Ben hız sınırları dahilinde hareket ediyorum, yayaya kırmızı yanıyor ve benim kesinlikle durma şansımın olmadığı bir noktada önüme atlayıp karşıya geçmeye çalışıyorlar. Çarpsam ve Allah muhafaza zarar versem gene ben suçlu olacağım çünkü o 1 tonluk demir yığını benim altımda.
İkinci nokta ise gene Vezneciler yönüne ilerlerken Akdeniz Caddesine dönüşün olduğu yer. Akdeniz'den Fevzipaşa'ya bağlanan araçlara kırmızı yanar ve sıra Fevzipaşa'dan Akdeniz'e girecek olan araçlara gelir. Yayalara kırmızı yanıyor tabii ki. O trafik ışıklarının değişmesi arasındaki 1-2 saniyelik duraklamayı fırsat bilip bütün o biriken yaya topluluğu yola atlıyor. Hani o noktayı hiç bilmeyen biri, yeşil yandı döneyim diye yayaları hiç hesaba katmasa kesin bir kaç kişiye çarpar. Koca bir yaya topluluğu yolun ortasında ve bitmiyor. Sen yayaları bekleyene kadar zaten senin dönüş hakkın kırmızıya dönüyor. Yani bir nevi kırmızıda geçmiş oluyorsun.
Diğer gerizekalı topluluk ise sokak aralarındakiler. Bakın, bazı kaldırımın olmadığı veya kaldırımların yaya yürüyüşüne müsait olmayan darlıkta olduğu sokaklarda yürüyenleri anlarım. Ama bizim millette kaldırımda yürüme alışkanlığı yok. Yolun ortasında durur, telefonunu kurcalar, çocuğu elinde tutarken araç yolu tarafında tutar. Nasılsa senin durmak veya yol vermek zorunda olduğuna inandırmış kendini. Ufacık bir sürücü hatasında başına neler gelebileceğini düşünmüyor zaten. Bir keresinde sokağa dönüş yaptığım esnada yolun ortasında birine denk geldim. Yolun karşısına bakıyordu, birini bekliyordu sanırım. Kornaya basıyorum, selektör yapıyorum tık yok. Hatta şöyle bir bana baktı, arabaya baktı beklemeye devam ediyor. En sonunda dayanamayıp "ulan gerizekalı yolun ortasından çekilde geçeyim" diye bağırınca ağır ağır bir şey olmamış gibi kenara çekildi. Birde park eden araçların önünden, arkasından dolanma fetişimiz var. Park etmek biraz sıkıntılı bir süreçtir. O esnada her noktadan birine çarpma riskiniz vardır ve her noktayı aynı anda kontrol etmeniz olanaksızdır. Diyorum ya böyle bir fetişimiz var. O kadar boş yer varken ille park eden araç etrafından kaldırıma veya yola geçeriz. Geri geri geliyorsundur, çapraz girerken burnun dışarı gelir. Eleman o noktadan geçmeye çalışır ve dokunursan sana çemkirir. Geri geri gelirsiz, tam geri geldiğin noktadan silme geçer sonra beni görmüyor musun der. Geri lambalarını bilmiyor diyelim, aracın geri geri hareket ettiğini idrak edemeyecek kadar beyinlerini kapatmış durumdalar. Ne diyeyim ki? Bazı şeyler için o kadar atılması gereken adım var ki. Bırakın çocukları gerekirse koca koca adamlara zorunda trafik dersi ve hatta sokakta nasıl yürünür dersi vermek gerekiyor.
Araba kullanıyorsun. Altında 1 tonluk demir yığını var. Ufacık bir hatada bile insana büyük zararlar verme potansiyeli taşıyan bir taşıt kullanıyorsun ve üzerinde haliyle bunun stresi oluyor. Özellikle dar sokaklarda bu stres daha da artıyor. Bazen öyle yaya modelleriyle karşılaşıyorum ki insan çıldıracak boyuta geliyor. Fatih'te iki nokta üzerinden örnek vereyim;
Vezneciler yönüne ilerlerken Yavuzselim yokuşuna çıkmak için sola dönmek üzere ışıklarda bekliyorsunuz. Yeşil yanıyor ve harekete geçiyorsunuz. Yayalara kırmızı yanmasına rağmen senin gaza basıp, dönerek yola girmene kadar olan vakit boşluğunu yayalar karşıya geçmek için kullanıyor. Tamam, boşlukta karşıya geçeriz/geçiyoruz anlarım. Ayaklarına güveniyorsan koş. Yahu bebek arabalarıyla ağır ağır karşıya geçmeye çalışanlar oluyor. Bebeğin var ve bebeğinin hayatı bu insanların umurunda değil. Ya ille bebeği veya çocuğu olmak zorunda da değil. Kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Geçen yeşil yandı, gazı verdim ve yokuşa girmek üzere dönüşe başladım. Yayaya kırmızı yanıyor he. Tam yayaların beklediği noktaya gelirken karı-koca veya sevgililer pat diye yola atladılar. O an yavaş gidiyor olsam bile -ki oraların insanını bildiğim için hayatta hız yapmam- o kadar ani fırladı ki durmam imkansızdı. Son anda koştukları için kendilerini kurtardılar. Sonra baktım herif ellerini kaldırmış bana sayıyor. Şimdi soruyorum size; ben bu iki gerizekalıya çarpsam kim suçlu? Ben hız sınırları dahilinde hareket ediyorum, yayaya kırmızı yanıyor ve benim kesinlikle durma şansımın olmadığı bir noktada önüme atlayıp karşıya geçmeye çalışıyorlar. Çarpsam ve Allah muhafaza zarar versem gene ben suçlu olacağım çünkü o 1 tonluk demir yığını benim altımda.
İkinci nokta ise gene Vezneciler yönüne ilerlerken Akdeniz Caddesine dönüşün olduğu yer. Akdeniz'den Fevzipaşa'ya bağlanan araçlara kırmızı yanar ve sıra Fevzipaşa'dan Akdeniz'e girecek olan araçlara gelir. Yayalara kırmızı yanıyor tabii ki. O trafik ışıklarının değişmesi arasındaki 1-2 saniyelik duraklamayı fırsat bilip bütün o biriken yaya topluluğu yola atlıyor. Hani o noktayı hiç bilmeyen biri, yeşil yandı döneyim diye yayaları hiç hesaba katmasa kesin bir kaç kişiye çarpar. Koca bir yaya topluluğu yolun ortasında ve bitmiyor. Sen yayaları bekleyene kadar zaten senin dönüş hakkın kırmızıya dönüyor. Yani bir nevi kırmızıda geçmiş oluyorsun.
Diğer gerizekalı topluluk ise sokak aralarındakiler. Bakın, bazı kaldırımın olmadığı veya kaldırımların yaya yürüyüşüne müsait olmayan darlıkta olduğu sokaklarda yürüyenleri anlarım. Ama bizim millette kaldırımda yürüme alışkanlığı yok. Yolun ortasında durur, telefonunu kurcalar, çocuğu elinde tutarken araç yolu tarafında tutar. Nasılsa senin durmak veya yol vermek zorunda olduğuna inandırmış kendini. Ufacık bir sürücü hatasında başına neler gelebileceğini düşünmüyor zaten. Bir keresinde sokağa dönüş yaptığım esnada yolun ortasında birine denk geldim. Yolun karşısına bakıyordu, birini bekliyordu sanırım. Kornaya basıyorum, selektör yapıyorum tık yok. Hatta şöyle bir bana baktı, arabaya baktı beklemeye devam ediyor. En sonunda dayanamayıp "ulan gerizekalı yolun ortasından çekilde geçeyim" diye bağırınca ağır ağır bir şey olmamış gibi kenara çekildi. Birde park eden araçların önünden, arkasından dolanma fetişimiz var. Park etmek biraz sıkıntılı bir süreçtir. O esnada her noktadan birine çarpma riskiniz vardır ve her noktayı aynı anda kontrol etmeniz olanaksızdır. Diyorum ya böyle bir fetişimiz var. O kadar boş yer varken ille park eden araç etrafından kaldırıma veya yola geçeriz. Geri geri geliyorsundur, çapraz girerken burnun dışarı gelir. Eleman o noktadan geçmeye çalışır ve dokunursan sana çemkirir. Geri geri gelirsiz, tam geri geldiğin noktadan silme geçer sonra beni görmüyor musun der. Geri lambalarını bilmiyor diyelim, aracın geri geri hareket ettiğini idrak edemeyecek kadar beyinlerini kapatmış durumdalar. Ne diyeyim ki? Bazı şeyler için o kadar atılması gereken adım var ki. Bırakın çocukları gerekirse koca koca adamlara zorunda trafik dersi ve hatta sokakta nasıl yürünür dersi vermek gerekiyor.
Etiketler:
istanbul trafiği,
trafik,
trafik terörü,
yaya,
yayalar
26 Ekim 2018 Cuma
İstanbul'un Trafik Terörü
Ailem neredeyse bir asırdan fazladır Fatih'te ikamet etmekte. Ben de doğma-büyüme Fatih'liyim. Hoş hayat şartları şimdilik beni farklı bir ilçeye yönlendirmiş olsa da büyüklerim ve bazı arkadaşlarım hâlâ Fatih'te ve sık sık gitmekteyim. Uzağa taşınmadım zaten. Metro ile 15 dakikada oradayım. Neyse, konu bu değil.
Malumunuz İstanbul göç alan bir büyük bir şehir ve bu göç devam ediyor. Son hükümetle beraber Anadolu insanının para kazanmaya başlamasıyla orta gelirli sayısında bir hayli artış yaşandı. Tabii bu artışın Türk usulü olduğunu belirteyim. Yani sadece para arttı. Eğitim, ahlak, kalite para ile ters orantılı olarak düşmeye başladı. Şehirleşmemiz ise tam bir felaket. Parayı cebine koyanın istediği gibi at koşturabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Cinayet işler, tecavüz eder, zarar verir ama aldığı cezalar çok komiktir. Sıradan bir vatandaş ise en ufak bir suçtan bile bir tomar ceza alabiliyor. Trafiğe geleceğim birazdan. Bu paralanma düzensiz yapılaşmayla beraber doğal olarak otomobil sayısında da büyük artış meydana geldi. Trafik, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini gösteren, bence çok önemli bir göstergedir. Peki bizdeki durum nasıl? Maalesef içler acısı. Bakın Fatih ile alakalı haritadan aldığım bir görüntüyü paylaşayım.
Kırmızı yuvarlak içine aldıklarım; İstanbul İl Emniyet Genel Müdürlüğü, Fatih Belediyesi(ikisi aynı daire içinde), İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve İstanbul Valiliği. Fatih'e aracınızla girdiğinizde karşınıza çıkan manzara ise tam bir trafik terörüdür. İnsanları geçtim artık, ortalıkta öküzden bol bir şey yok. Burada sıkıntı, yaptırım uygulaması gereken kurumların kıllarını bile kıpırdatmıyor olmasıdır. Dedim ya, Fatih'e aracınızla girdiğinizde sizi muazzam bir trafik terörü bekliyor. Hemde İstanbul'un en ağır toplarından olan kurumların merkezlerinin bulunduğu bir ilçede. Fevzipaşa Caddesi mesela; Edirnekapı'dan girip Vezneciler'e kadar gidin. Akşam 5-6 gibi olsun. Koskoca cadde tek şerit işlemektedir. Neden? İspark'a para vermek istemeyenler dörtlüleri yakıp ikinci sıra park yapıyor. Bir çok otobüs hattının çalıştığı koca cadde tek şeritten ilerlemeye çalışıyor. Yürüyerek 15 dakikada alabileceğiniz bir mesafeyi arabayla yarım saatte ancak alıyorsunuz. Fevzipaşa Caddesinin ucunda oturan, bana hizmet etmesi gereken makam sahibi ne yapıyor? HİÇ. Ona trafik var mı? Önüne arkasına çakarlı araçları alır, yolunu açtırır ve gider. Dert mi ona? Vatandaş çeker çileyi. Trafik ışıkları mesela; Emniyet Genel Müdürlüğüne 15 dakika yürüme mesafesindeki bölgelerde, hemde ciddi trafik kazalarına sebep olabilecek büyük caddelerde ters yönde gidenler, ışıkları sallamayanlar gırla. Ara sokaklar hepten facia. Ters yönü kullanmayanı dövüyorlar. Artık parklanma öyle berbat bir hale geldi ki ufak araçlarla bile sokak arasında giderken aynaları kapatmak zorunda kalıyorsunuz. İtfaiye, ambulans girecek olsa hayatta o sokaklarda ilerleyemez. Bununla ilgili kaç defa şikayette bulundum artık saymayı unuttum. Peki belediye ne diyor? Orası meskun mahal, bir şey yapamayız diyorlar. Yani yangın çıksa "yanın, bana ne?" diyorlar. Okul önlerine parklanmasın diye demir koyuyorlar, bizim gerizekalı vatandaşlar demirin yanına koyuyor. Kontrol etmesi gerekenler ne yapıyor peki? HİÇ.
Söylenecek çok şey var ama ne kadar yazsam da, ne kadar çabalasam da bir şey değişmiyor. Vatandaş bu kadar ahmak, idareciler koltuklarını bu kadar sevdiği sürece bir şey değişmeyecek. Yazık ki bizlere ne yazık. Ev inşa ederken kuşları düşünen bir medeniyetten iki ayaklı zeka belirtisi olan hayvanlara dönüştük. Üşenmezsem bir daha ki sefere yayalar hakkında bir kaç laf etmek istiyorum.
Malumunuz İstanbul göç alan bir büyük bir şehir ve bu göç devam ediyor. Son hükümetle beraber Anadolu insanının para kazanmaya başlamasıyla orta gelirli sayısında bir hayli artış yaşandı. Tabii bu artışın Türk usulü olduğunu belirteyim. Yani sadece para arttı. Eğitim, ahlak, kalite para ile ters orantılı olarak düşmeye başladı. Şehirleşmemiz ise tam bir felaket. Parayı cebine koyanın istediği gibi at koşturabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Cinayet işler, tecavüz eder, zarar verir ama aldığı cezalar çok komiktir. Sıradan bir vatandaş ise en ufak bir suçtan bile bir tomar ceza alabiliyor. Trafiğe geleceğim birazdan. Bu paralanma düzensiz yapılaşmayla beraber doğal olarak otomobil sayısında da büyük artış meydana geldi. Trafik, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini gösteren, bence çok önemli bir göstergedir. Peki bizdeki durum nasıl? Maalesef içler acısı. Bakın Fatih ile alakalı haritadan aldığım bir görüntüyü paylaşayım.
Kırmızı yuvarlak içine aldıklarım; İstanbul İl Emniyet Genel Müdürlüğü, Fatih Belediyesi(ikisi aynı daire içinde), İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve İstanbul Valiliği. Fatih'e aracınızla girdiğinizde karşınıza çıkan manzara ise tam bir trafik terörüdür. İnsanları geçtim artık, ortalıkta öküzden bol bir şey yok. Burada sıkıntı, yaptırım uygulaması gereken kurumların kıllarını bile kıpırdatmıyor olmasıdır. Dedim ya, Fatih'e aracınızla girdiğinizde sizi muazzam bir trafik terörü bekliyor. Hemde İstanbul'un en ağır toplarından olan kurumların merkezlerinin bulunduğu bir ilçede. Fevzipaşa Caddesi mesela; Edirnekapı'dan girip Vezneciler'e kadar gidin. Akşam 5-6 gibi olsun. Koskoca cadde tek şerit işlemektedir. Neden? İspark'a para vermek istemeyenler dörtlüleri yakıp ikinci sıra park yapıyor. Bir çok otobüs hattının çalıştığı koca cadde tek şeritten ilerlemeye çalışıyor. Yürüyerek 15 dakikada alabileceğiniz bir mesafeyi arabayla yarım saatte ancak alıyorsunuz. Fevzipaşa Caddesinin ucunda oturan, bana hizmet etmesi gereken makam sahibi ne yapıyor? HİÇ. Ona trafik var mı? Önüne arkasına çakarlı araçları alır, yolunu açtırır ve gider. Dert mi ona? Vatandaş çeker çileyi. Trafik ışıkları mesela; Emniyet Genel Müdürlüğüne 15 dakika yürüme mesafesindeki bölgelerde, hemde ciddi trafik kazalarına sebep olabilecek büyük caddelerde ters yönde gidenler, ışıkları sallamayanlar gırla. Ara sokaklar hepten facia. Ters yönü kullanmayanı dövüyorlar. Artık parklanma öyle berbat bir hale geldi ki ufak araçlarla bile sokak arasında giderken aynaları kapatmak zorunda kalıyorsunuz. İtfaiye, ambulans girecek olsa hayatta o sokaklarda ilerleyemez. Bununla ilgili kaç defa şikayette bulundum artık saymayı unuttum. Peki belediye ne diyor? Orası meskun mahal, bir şey yapamayız diyorlar. Yani yangın çıksa "yanın, bana ne?" diyorlar. Okul önlerine parklanmasın diye demir koyuyorlar, bizim gerizekalı vatandaşlar demirin yanına koyuyor. Kontrol etmesi gerekenler ne yapıyor peki? HİÇ.
Söylenecek çok şey var ama ne kadar yazsam da, ne kadar çabalasam da bir şey değişmiyor. Vatandaş bu kadar ahmak, idareciler koltuklarını bu kadar sevdiği sürece bir şey değişmeyecek. Yazık ki bizlere ne yazık. Ev inşa ederken kuşları düşünen bir medeniyetten iki ayaklı zeka belirtisi olan hayvanlara dönüştük. Üşenmezsem bir daha ki sefere yayalar hakkında bir kaç laf etmek istiyorum.
Etiketler:
istanbul,
istanbul trafiği,
trafik,
trafik terörü
6 Mart 2018 Salı
Bayağıdır Yazmamışım Yahu
Bazen gaza gelip "Bu sefer adam akıllı yazılar yazacağım ve sayfamı güncel tutacağım" diyorum ama sonra ne oluyor anlamıyorum ve vazgeçiyorum. Umut Sarıkaya'nın bir karikatürü var. Konuşmacı olarak rektör, önüne tüm taze üniversite öğrencilerini toplamış ve topluca hepsine "İlk sene çok çalışıp notlarımı yüksek tutacağım. Başka bir bölüme geçiş yapacağım" dedirttikten sonra "Şimdi söylediniz bitti. Bir daha bunu duymayacağım" minvalinde bir şeyler söylüyor. Google resimlerde "Umut Sarıkaya üniversite" diye aratınca bahsettiğim karikatür karşınıza çıkacaktır. Benimde bu hesap. Gaza gelip yapmaya heveslendiğim çok şey oluyor fakat sonra üşeniyorum. Sorsan kafada milyon tane yapılacak listesi; ortada somut ne var derseniz SIFIR. Bir yandan monotonluğun insanı tükettiğine inanırım ama 4 senedir iş anlamında ne yaptın derseniz yerimde sayıyorum. 4 sene önce işe girdiğimde neysem aynı konum ve statüde devam ediyorum. Arada tabii ki güzel gelişmeler oldu; evlendim mesela. Yerimde sayıyorum derken aslında ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Senelerdir ailem şu üşengeçliği at üzerinden der. Atamıyorum arkadaş. Genetik yapıdan mı kaynaklı, mental bir sorun mu bilmiyorum. Önce "Türk gibi başla" kısmını çok güzel icra ediyorum. Bir gaz bir heves... Sonra oturup kafamda yapılacaklar listesi çıkarıyorum. Listeyi zihnimde tasarlayınca bir bakıyorum ki "ohoooooooo" kelimesi gözümün önünde farklı versiyonlarda dönmeye başlıyor. Ve pofff; heves gitti. Hee bak inada bağladım mı sonunu kesin getiririm. İş ki başlamaya heves ettiğim şeyi inat haline getireyim. Hoş çok nadir inat haline geliyor ya :) Neyse bir daha ne zaman yazarım Allah bilir.
25 Temmuz 2016 Pazartesi
Darbe ve Taban
Darbe haberlerinin, daha doğrusu askerlerin köprüyü tuttuğuna dair haberler Whatsapp'tan arkadaşım tarafından haber edilmiş "N'oluyor la? Darbe mi oluyor?" gibisinden bir şeyler yazmıştı. O sırada bende arkadaşlarla çay içiyorduk. Önceki yazılarımda bahsettim mi bilmiyorum ama (açıkcası bakmaya üşendim) çok yakın bir aile ferdimin yaşadığı ağır bir hastalık, devamında gelen ameliyat ve tedavi süreci psikolojik olarak beni hayli yıpratmıştı. Son 3-4 aydır o psikolojik travmanın etkisiyle savaş halindeyim. Hoş aslında sokakta denk gelseniz herkeste olan bir rahatsızlık; "panik atak". (Doktor onaylı teşhis bu arada :) ) O gün ne oldu bilmiyorum ama ilk defa o gün çok ağır bir atak geçirdim. Eve arkadaşlar zor taşıdı beni. Evde de 2-3 saat öldüm ölüyorum hallerinden sonra zar zor kendime gelebilmiştim. Ben evde kriz halindeyken tabii ki kafamızda sonik patlama sesleri, Saraçhane'deki silah sesleri vs. her şey evin içinde duyuluyor. Babam ve kardeşim o gün çıktılar sokağa. O gün çıkamamış olmam içime oturmuştur. İşin özü Allah'a şükürler olsun ki büyük bir belayı başımızdan savmış olduk. He ileride gene bir hamle olur mu olmaz mı konusunu tartışma niyetinde değilim. Benim niyetim aslında başka bir konu üzerinden içimi dökmek.
2002 yılından bu yana Ak Parti hükümeti iktidarda. Kimisine göre yanlışı göğü aştı, kimine göre ülkenin kurtarıcısı. Ben burada şahsi düşüncemi söylemeyeceğim ama çevremde bu partinin kadrolarından ve teşkilatlarından çok adam var yani çok adam tanıyorum. Bu adamlar darbe gününden bu yana her gün sokaklarda, bağırmaktan sesleri kısılmış vaziyette. Teşkilat başkanları, bilmem ne başkanları, o-bu-şu başkanları vatan-millet aşkıyla sokaklarda boy gösteriyor, kim geldi kim gelmedi bunların çetelesini tutuyorlar. Yahu arkadaş! Kimse kusura bakmasın ama bu kadrolar senelerdir yerleştikleri devlet kurumlarını, aldıkları ihalelerle belediyeleri, halletikleri işlerle vs. halkın vergileriyle hizmet olarak dönecek şeylerin 1 liralık masrafını 3-4 lira gösterip senelerdir zenginliklerinize zenginlik katıyorsunuz, makamını hak etmeyen adamları sırf ağzı iyi laf yapıyor diye, sırf sizlerin lafından çıkmayacağından eminsiniz diye üst makamlara getiriyorsunuz, milletin emeklerini sömürerek sırtından geçiniyor ve sus payıyla adamları sindiriyorsunuz. Daha aklıma gelmeyen tonla şekil ve şemalle hak etmediğiniz paraları kazanıyor, hak etmediğiniz makamlara yerleşiyor, hak etmediğiniz işleri alıyorsunuz. Bre gafiller! Şimdi çıkıp darbe karşıtlığı yaparken, vatan aşkıyla yanıp tutuşurken bu yediğiniz haltlar hiç mi aklınıza gelmiyor? Sen benim vergimi kendi çıkarın için kullanırken "VATAN SEVGİSİ" neredeydi? Sen 1'i 3 gösterirken bu sevgi neredeydi? Kırk yılda bir yazı yazdığım şu blog sayfam ne ara üst sayfalara çıkacakta başkaları tarafından okunacak bilmiyorum ama buradan içinde azıcık vicdan sahibi olan Ak Partili yöneticilere iki çift laf etmek istiyorum; Bu darbeyi bir şekilde atlattık. Ben inançlı bir insanım; Allah'ın bize bir şefkat tokadı attığını, silkelenmemiz için bir uyarı verdiğini düşünüyorum. Güç sarhoşluğu içindeydiniz, 17-25 Aralık darbesi yediniz, bu askeri darbe meselesi gerçekleşemedi Allah'a şükür. Ama nereye kadar? Sizin kadrolarınızdan yetişen, belediyeleri, devlet kurumlarını sömüren ve kendi çıkarları uğruna kullanan bu insanları daha ne kadar içinizde barındıracaksınız? Şov amaçlı kongreler, şov maksatlı yürüyüşler; maksat sosyal medyada paylaşıp kim beğendi kim beğenmedi analizleri yapan ve bunlara göre protokol ayarlamalarını yaparak, bu hareketlere göre kime ne kadar koklatacaklarını değerlendiren sülüklerinizi ne zaman temizleyeceksiniz? Buradan bir müslüman olarak uyarıyorum! Allah bu millete yardım ediyor, bu kesin ama bu güç sarhoşluğu devam ettiği müddetçe Allah bu desteğini ne kadar daha sürdürür?
2002 yılından bu yana Ak Parti hükümeti iktidarda. Kimisine göre yanlışı göğü aştı, kimine göre ülkenin kurtarıcısı. Ben burada şahsi düşüncemi söylemeyeceğim ama çevremde bu partinin kadrolarından ve teşkilatlarından çok adam var yani çok adam tanıyorum. Bu adamlar darbe gününden bu yana her gün sokaklarda, bağırmaktan sesleri kısılmış vaziyette. Teşkilat başkanları, bilmem ne başkanları, o-bu-şu başkanları vatan-millet aşkıyla sokaklarda boy gösteriyor, kim geldi kim gelmedi bunların çetelesini tutuyorlar. Yahu arkadaş! Kimse kusura bakmasın ama bu kadrolar senelerdir yerleştikleri devlet kurumlarını, aldıkları ihalelerle belediyeleri, halletikleri işlerle vs. halkın vergileriyle hizmet olarak dönecek şeylerin 1 liralık masrafını 3-4 lira gösterip senelerdir zenginliklerinize zenginlik katıyorsunuz, makamını hak etmeyen adamları sırf ağzı iyi laf yapıyor diye, sırf sizlerin lafından çıkmayacağından eminsiniz diye üst makamlara getiriyorsunuz, milletin emeklerini sömürerek sırtından geçiniyor ve sus payıyla adamları sindiriyorsunuz. Daha aklıma gelmeyen tonla şekil ve şemalle hak etmediğiniz paraları kazanıyor, hak etmediğiniz makamlara yerleşiyor, hak etmediğiniz işleri alıyorsunuz. Bre gafiller! Şimdi çıkıp darbe karşıtlığı yaparken, vatan aşkıyla yanıp tutuşurken bu yediğiniz haltlar hiç mi aklınıza gelmiyor? Sen benim vergimi kendi çıkarın için kullanırken "VATAN SEVGİSİ" neredeydi? Sen 1'i 3 gösterirken bu sevgi neredeydi? Kırk yılda bir yazı yazdığım şu blog sayfam ne ara üst sayfalara çıkacakta başkaları tarafından okunacak bilmiyorum ama buradan içinde azıcık vicdan sahibi olan Ak Partili yöneticilere iki çift laf etmek istiyorum; Bu darbeyi bir şekilde atlattık. Ben inançlı bir insanım; Allah'ın bize bir şefkat tokadı attığını, silkelenmemiz için bir uyarı verdiğini düşünüyorum. Güç sarhoşluğu içindeydiniz, 17-25 Aralık darbesi yediniz, bu askeri darbe meselesi gerçekleşemedi Allah'a şükür. Ama nereye kadar? Sizin kadrolarınızdan yetişen, belediyeleri, devlet kurumlarını sömüren ve kendi çıkarları uğruna kullanan bu insanları daha ne kadar içinizde barındıracaksınız? Şov amaçlı kongreler, şov maksatlı yürüyüşler; maksat sosyal medyada paylaşıp kim beğendi kim beğenmedi analizleri yapan ve bunlara göre protokol ayarlamalarını yaparak, bu hareketlere göre kime ne kadar koklatacaklarını değerlendiren sülüklerinizi ne zaman temizleyeceksiniz? Buradan bir müslüman olarak uyarıyorum! Allah bu millete yardım ediyor, bu kesin ama bu güç sarhoşluğu devam ettiği müddetçe Allah bu desteğini ne kadar daha sürdürür?
Etiketler:
ak parti,
ak parti tabanı,
ak parti teşkilatları,
askeri darbe,
darbe
20 Haziran 2016 Pazartesi
İyi, Kötü (Çirkin)
Başlıkta Clint abimize selam çakmayı ihmal etmeyelim, değil mi? Beynimizde iyiyi "iyi" olarak yorumlayan veya diğer açıdan kötüyü "kötü" olarak yorumlamamıza sebebiyet veren düşünceler nedir? Aslında bu olay üzerine bir çok insanın yaptığı çıkarımlar ve çalışmalar var. İsimler ve detaylar konusunda hafızam aşırı kötü olduğu için kim ne demiş, ne şekilde yorumlamış açıkçası bir şey diyemeyeceğim. Arkadaşlarla sohbet esnasında beni en çok eleştirdikleri nokta budur mesela. "lan olm geçen anlattım ya!" veya "olm sende gördün ya!" tepkileriyle çok karşılaşırım. Neyse konuma döneyim; Ev dışındayken insanları izlemeyi çok severim. Hatta gene çevremde eleştirildiğim konudur bu "beni dinlemiyor musun?" eleştirisi. O an ya birine kilitleniyorumdur ya da birinin hal ve tavrını izliyorumdur. Beyin yapısındaki ufak farklılıklardan dolayı toplum kuralları dışına çıkan eylemlerde bulunanlar için konuşmayacağım. Hani ne bileyim, adam seri katil ve beyni incelendiğinde ortaya çıkıyor ki beynin empati ile alakalı kısmı normal insana göre daha küçük veya bilmem ne kimyasalı dengesiz falan. Ben genel olarak toplum içerisinde normal karşılanan insanların arasındaki ufak farklılıklardan bahsedeceğim. Günlük hayat içerisinde bu insanlarla konuştuğun zaman çoğu sana doğruyu veya yanlışı en ideal haliyle açıklarlar. Tabii çok uçuk kafadakiler olmadığı müddetçe. Lakin, adamın günlük hayat davranışlarına baktığın zaman bir çok yanlış eylemi çok rahat yapabildiğini gözlemliyorsunuz. Yapmaması gereken, başkasının hakkını bir şekilde gasp ettiğini gördüğün ve nasıl yapar dediğin şeyleri gönül rahatlığıyla gerçekleştirebiliyor. Dışarıda ise bir yanlış gördüğü zaman yanlışın karşısında en büyük doğrucu kesiliveriyor. İlle bir şeylerin düzgün işleyebilmesi için neden caydırıcı cezalara ve bunların uygulanabilirliğine ihtiyaç duyuyoruz? Elbette eğitim, özellikle ufak yaştan itibaren eğitim bu açıdan çok önemli. Şöyle düşünüyorum; insanlara verilen eğitim elbette ki belli dereceye kadar önemli ama bir insan karakter itibariyle bazı şeyler hakkında bilgi sahip olup onu uygulamama yönelimi var. Bu noktada toplumsal düzenin oturtulması açısından kolluk kuvvetleri ve bu kuvvetlerin kuralları uygulaması ve uygulamayanlara yaptırım uygulaması gerekiyor. Demiyorum ki polis devleti olalım ama en ufacık bir hatada bile kuralların katı bir şekilde uygulanması gerektiği kanısındayım. Kurallar işletilmediği için, kuralların olduğunu bildiği halde kurallara uymayarak başkalarının hakkını gasp etmek o kişilere normal gelmekte. Çünkü bir kural var fakat yaptırımı yok ve doğal olarak kafasında "bir şey olmaz" fikri harekete geçiyor. Kuralların ve kanunların konulmasının bir sebebi var; toplumsal düzenin sağlanması. Buradaki kanunlardan kastım insan hak ve özgürlüklerini ön planda tutan kurallar bütünü. Kuzey Kore tarzı kurallar değil tabii ki :)
Toplum hareketleri cidden tuhaf. Mesela bir zamanlar İstanbul'a alınan yeni otobüslerdeki cep telefonu fobisini hatırlayalım. Otobüste otorite şofördür. Cep telefonunun otobüs sistemlerine zarar vermediği bir çok yönüyle kanıtlandığı halde bu durum öyle bir toplumsal histeriye yol açmıştı ki ufacık bir ekran parlaması gören telefon sahibine çullanıyordu. Eğer otobüs şoförüde o kargaşada dalgınlıkla ani fren yaptıysa direk suçu telefon sahibine atıyor ve işin içinden çıkıyordu. Halbuki o şoför çıkıp dese ki "telefonun bir zararı yok", o coşkulu kalabalık anında sesini kesecek. Diyorum ya, otobüste otorite o şoför. Adı konulmamış kuralların uygulayıcısı. Kalabalıklar bir otorite gördüğünde hemen boyun eğiyor. Anlatmak istediğim bu. Bizim gibi geri toplumlardaki en büyük sorun kuralların uygulanmıyor oluşu. Bu konu hakkında yazı yazma fikri şuradan geldi; iftar sonrası arkadaşlarla otururken karşımda duran otobüs durağının önünde bir araba, onun yanına ikinci sıra park etmiş bir araba ve yer aramaya üşenmişlerin kaldırımlara çıkardığı arabalar. Saatlerce o araçlar, çekici tarafından çekilmesi gereken şekliyle park halindeler ama uygulayan yok. Hatta bir sürü polis o esnada gelip geçiyor ama o araçlar çekilmiyor. Bu araçlar yüzünden trafik tıkanıyor mesela. 5 dakikadan ne olacak ki kafasıyla ikinci sıraya park eden bir araç yüzünden 2-3 km cadde boyunca trafiğe sebebiyet veriyor ve bu adam sebep olduğu durumu düşünmüyor. Nasıl olur bilmiyorum ama ne zaman ki Türkiye'de kural dışı davrananlara yaptırımlar adam akıllı uygulanır, eminim ki o kaldırıma çıkarak aracını park edenler bu kuralların en büyük savunucusu olacaktır. Çünkü ortada bir otorite ve otoriteye karşı olan sürü mantığından kaynaklı o kurallar çok güzel işlenecek. Eyyorlamam bu kadar
Toplum hareketleri cidden tuhaf. Mesela bir zamanlar İstanbul'a alınan yeni otobüslerdeki cep telefonu fobisini hatırlayalım. Otobüste otorite şofördür. Cep telefonunun otobüs sistemlerine zarar vermediği bir çok yönüyle kanıtlandığı halde bu durum öyle bir toplumsal histeriye yol açmıştı ki ufacık bir ekran parlaması gören telefon sahibine çullanıyordu. Eğer otobüs şoförüde o kargaşada dalgınlıkla ani fren yaptıysa direk suçu telefon sahibine atıyor ve işin içinden çıkıyordu. Halbuki o şoför çıkıp dese ki "telefonun bir zararı yok", o coşkulu kalabalık anında sesini kesecek. Diyorum ya, otobüste otorite o şoför. Adı konulmamış kuralların uygulayıcısı. Kalabalıklar bir otorite gördüğünde hemen boyun eğiyor. Anlatmak istediğim bu. Bizim gibi geri toplumlardaki en büyük sorun kuralların uygulanmıyor oluşu. Bu konu hakkında yazı yazma fikri şuradan geldi; iftar sonrası arkadaşlarla otururken karşımda duran otobüs durağının önünde bir araba, onun yanına ikinci sıra park etmiş bir araba ve yer aramaya üşenmişlerin kaldırımlara çıkardığı arabalar. Saatlerce o araçlar, çekici tarafından çekilmesi gereken şekliyle park halindeler ama uygulayan yok. Hatta bir sürü polis o esnada gelip geçiyor ama o araçlar çekilmiyor. Bu araçlar yüzünden trafik tıkanıyor mesela. 5 dakikadan ne olacak ki kafasıyla ikinci sıraya park eden bir araç yüzünden 2-3 km cadde boyunca trafiğe sebebiyet veriyor ve bu adam sebep olduğu durumu düşünmüyor. Nasıl olur bilmiyorum ama ne zaman ki Türkiye'de kural dışı davrananlara yaptırımlar adam akıllı uygulanır, eminim ki o kaldırıma çıkarak aracını park edenler bu kuralların en büyük savunucusu olacaktır. Çünkü ortada bir otorite ve otoriteye karşı olan sürü mantığından kaynaklı o kurallar çok güzel işlenecek. Eyyorlamam bu kadar
Etiketler:
iyi,
iyi ve kötü,
kötü,
kuralların uygulanması
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)