25 Temmuz 2016 Pazartesi

Darbe ve Taban

Darbe haberlerinin, daha doğrusu askerlerin köprüyü tuttuğuna dair haberler Whatsapp'tan arkadaşım tarafından haber edilmiş "N'oluyor la? Darbe mi oluyor?" gibisinden bir şeyler yazmıştı. O sırada bende arkadaşlarla çay içiyorduk. Önceki yazılarımda bahsettim mi bilmiyorum ama (açıkcası bakmaya üşendim) çok yakın bir aile ferdimin yaşadığı ağır bir hastalık, devamında gelen ameliyat ve tedavi süreci psikolojik olarak beni hayli yıpratmıştı. Son 3-4 aydır o psikolojik travmanın etkisiyle savaş halindeyim. Hoş aslında sokakta denk gelseniz herkeste olan bir rahatsızlık; "panik atak". (Doktor onaylı teşhis bu arada :) ) O gün ne oldu bilmiyorum ama ilk defa o gün çok ağır bir atak geçirdim. Eve arkadaşlar zor taşıdı beni. Evde de 2-3 saat öldüm ölüyorum hallerinden sonra zar zor kendime gelebilmiştim. Ben evde kriz halindeyken tabii ki kafamızda sonik patlama sesleri, Saraçhane'deki silah sesleri vs. her şey evin içinde duyuluyor. Babam ve kardeşim o gün çıktılar sokağa. O gün çıkamamış olmam içime oturmuştur. İşin özü Allah'a şükürler olsun ki büyük bir belayı başımızdan savmış olduk. He ileride gene bir hamle olur mu olmaz mı konusunu tartışma niyetinde değilim. Benim niyetim aslında başka bir konu üzerinden içimi dökmek.

2002 yılından bu yana Ak Parti hükümeti iktidarda. Kimisine göre yanlışı göğü aştı, kimine göre ülkenin kurtarıcısı. Ben burada şahsi düşüncemi söylemeyeceğim ama çevremde bu partinin kadrolarından ve teşkilatlarından çok adam var yani çok adam tanıyorum. Bu adamlar darbe gününden bu yana her gün sokaklarda, bağırmaktan sesleri kısılmış vaziyette. Teşkilat başkanları, bilmem ne başkanları, o-bu-şu başkanları vatan-millet aşkıyla sokaklarda boy gösteriyor, kim geldi kim gelmedi bunların çetelesini tutuyorlar. Yahu arkadaş! Kimse kusura bakmasın ama bu kadrolar senelerdir yerleştikleri devlet kurumlarını, aldıkları ihalelerle belediyeleri, halletikleri işlerle vs. halkın vergileriyle hizmet olarak dönecek şeylerin 1 liralık masrafını 3-4 lira gösterip senelerdir zenginliklerinize zenginlik katıyorsunuz, makamını hak etmeyen adamları sırf ağzı iyi laf yapıyor diye, sırf sizlerin lafından çıkmayacağından eminsiniz diye üst makamlara getiriyorsunuz, milletin emeklerini sömürerek sırtından geçiniyor ve sus payıyla adamları sindiriyorsunuz. Daha aklıma gelmeyen tonla şekil ve şemalle hak etmediğiniz paraları kazanıyor, hak etmediğiniz makamlara yerleşiyor, hak etmediğiniz işleri alıyorsunuz. Bre gafiller! Şimdi çıkıp darbe karşıtlığı yaparken, vatan aşkıyla yanıp tutuşurken bu yediğiniz haltlar hiç mi aklınıza gelmiyor? Sen benim vergimi kendi çıkarın için kullanırken "VATAN SEVGİSİ" neredeydi? Sen 1'i 3 gösterirken bu sevgi neredeydi? Kırk yılda bir yazı yazdığım şu blog sayfam ne ara üst sayfalara çıkacakta başkaları tarafından okunacak bilmiyorum ama buradan içinde azıcık vicdan sahibi olan Ak Partili yöneticilere iki çift laf etmek istiyorum; Bu darbeyi bir şekilde atlattık. Ben inançlı bir insanım; Allah'ın bize bir şefkat tokadı attığını, silkelenmemiz için bir uyarı verdiğini düşünüyorum. Güç sarhoşluğu içindeydiniz, 17-25 Aralık darbesi yediniz, bu askeri darbe meselesi gerçekleşemedi Allah'a şükür. Ama nereye kadar? Sizin kadrolarınızdan yetişen, belediyeleri, devlet kurumlarını sömüren ve kendi çıkarları uğruna kullanan bu insanları daha ne kadar içinizde barındıracaksınız? Şov amaçlı kongreler, şov maksatlı yürüyüşler; maksat sosyal medyada paylaşıp kim beğendi kim beğenmedi analizleri yapan ve bunlara göre protokol ayarlamalarını yaparak, bu hareketlere göre kime ne kadar koklatacaklarını değerlendiren sülüklerinizi ne zaman temizleyeceksiniz? Buradan bir müslüman olarak uyarıyorum! Allah bu millete yardım ediyor, bu kesin ama bu güç sarhoşluğu devam ettiği müddetçe Allah bu desteğini ne kadar daha sürdürür?

20 Haziran 2016 Pazartesi

İyi, Kötü (Çirkin)

Başlıkta Clint abimize selam çakmayı ihmal etmeyelim, değil mi? Beynimizde iyiyi "iyi" olarak yorumlayan veya diğer açıdan kötüyü "kötü" olarak yorumlamamıza sebebiyet veren düşünceler nedir? Aslında bu olay üzerine bir çok insanın yaptığı çıkarımlar ve çalışmalar var. İsimler ve detaylar konusunda hafızam aşırı kötü olduğu için kim ne demiş, ne şekilde yorumlamış açıkçası bir şey diyemeyeceğim. Arkadaşlarla sohbet esnasında beni en çok eleştirdikleri nokta budur mesela. "lan olm geçen anlattım ya!" veya "olm sende gördün ya!" tepkileriyle çok karşılaşırım. Neyse konuma döneyim; Ev dışındayken insanları izlemeyi çok severim. Hatta gene çevremde eleştirildiğim konudur bu "beni dinlemiyor musun?" eleştirisi. O an ya birine kilitleniyorumdur ya da birinin hal ve tavrını izliyorumdur. Beyin yapısındaki ufak farklılıklardan dolayı toplum kuralları dışına çıkan eylemlerde bulunanlar için konuşmayacağım. Hani ne bileyim, adam seri katil ve beyni incelendiğinde ortaya çıkıyor ki beynin empati ile alakalı kısmı normal insana göre daha küçük veya bilmem ne kimyasalı dengesiz falan. Ben genel olarak toplum içerisinde normal karşılanan insanların arasındaki ufak farklılıklardan bahsedeceğim. Günlük hayat içerisinde bu insanlarla konuştuğun zaman çoğu sana doğruyu veya yanlışı en ideal haliyle açıklarlar. Tabii çok uçuk kafadakiler olmadığı müddetçe. Lakin, adamın günlük hayat davranışlarına baktığın zaman bir çok yanlış eylemi çok rahat yapabildiğini gözlemliyorsunuz. Yapmaması gereken, başkasının hakkını bir şekilde gasp ettiğini gördüğün ve nasıl yapar dediğin şeyleri gönül rahatlığıyla gerçekleştirebiliyor. Dışarıda ise bir yanlış gördüğü zaman yanlışın karşısında en büyük doğrucu kesiliveriyor. İlle bir şeylerin düzgün işleyebilmesi için neden caydırıcı cezalara ve bunların uygulanabilirliğine ihtiyaç duyuyoruz? Elbette eğitim, özellikle ufak yaştan itibaren eğitim bu açıdan çok önemli. Şöyle düşünüyorum; insanlara verilen eğitim elbette ki belli dereceye kadar önemli ama bir insan karakter itibariyle bazı şeyler hakkında bilgi sahip olup onu uygulamama yönelimi var. Bu noktada toplumsal düzenin oturtulması açısından kolluk kuvvetleri ve bu kuvvetlerin kuralları uygulaması ve uygulamayanlara yaptırım uygulaması gerekiyor. Demiyorum ki polis devleti olalım ama en ufacık bir hatada bile kuralların katı bir şekilde uygulanması gerektiği kanısındayım. Kurallar işletilmediği için, kuralların olduğunu bildiği halde kurallara uymayarak başkalarının hakkını gasp etmek o kişilere normal gelmekte. Çünkü bir kural var fakat yaptırımı yok ve doğal olarak kafasında "bir şey olmaz" fikri harekete geçiyor. Kuralların ve kanunların konulmasının bir sebebi var; toplumsal düzenin sağlanması. Buradaki kanunlardan kastım insan hak ve özgürlüklerini ön planda tutan kurallar bütünü. Kuzey Kore tarzı kurallar değil tabii ki :)

Toplum hareketleri cidden tuhaf. Mesela bir zamanlar İstanbul'a alınan yeni otobüslerdeki cep telefonu fobisini hatırlayalım. Otobüste otorite şofördür. Cep telefonunun otobüs sistemlerine zarar vermediği bir çok yönüyle kanıtlandığı halde bu durum öyle bir toplumsal histeriye yol açmıştı ki ufacık bir ekran parlaması gören telefon sahibine çullanıyordu. Eğer otobüs şoförüde o kargaşada dalgınlıkla ani fren yaptıysa direk suçu telefon sahibine atıyor ve işin içinden çıkıyordu. Halbuki o şoför çıkıp dese ki "telefonun bir zararı yok", o coşkulu kalabalık anında sesini kesecek. Diyorum ya, otobüste otorite o şoför. Adı konulmamış kuralların uygulayıcısı. Kalabalıklar bir otorite gördüğünde hemen boyun eğiyor. Anlatmak istediğim bu. Bizim gibi geri toplumlardaki en büyük sorun kuralların uygulanmıyor oluşu. Bu konu hakkında yazı yazma fikri şuradan geldi; iftar sonrası arkadaşlarla otururken karşımda duran otobüs durağının önünde bir araba, onun yanına ikinci sıra park etmiş bir araba ve yer aramaya üşenmişlerin kaldırımlara çıkardığı arabalar. Saatlerce o araçlar, çekici tarafından çekilmesi gereken şekliyle park halindeler ama uygulayan yok. Hatta bir sürü polis o esnada gelip geçiyor ama o araçlar çekilmiyor. Bu araçlar yüzünden trafik tıkanıyor mesela. 5 dakikadan ne olacak ki kafasıyla ikinci sıraya park eden bir araç yüzünden 2-3 km cadde boyunca trafiğe sebebiyet veriyor ve bu adam sebep olduğu durumu düşünmüyor. Nasıl olur bilmiyorum ama ne zaman ki Türkiye'de kural dışı davrananlara yaptırımlar adam akıllı uygulanır, eminim ki o kaldırıma çıkarak aracını park edenler bu kuralların en büyük savunucusu olacaktır. Çünkü ortada bir otorite ve otoriteye karşı olan sürü mantığından kaynaklı o kurallar çok güzel işlenecek. Eyyorlamam bu kadar

2 Haziran 2016 Perşembe

Pohpohlananlar

Hayatımızın bir çok noktasında denk geliriz; bir şekilde o meclisin içerisinden biri çıkar. Aslında çıkar değil oradadır zaten. İsim yapmıştır, yapacağı yorumlar veya değerlendirmeler için adamın ağzının içine düşülür. Bu kişi ise bunu bir zulüm aracına çevirir. Yaptığın işte kalifiyesindir, işe başlamadan az çok ne ile karşılaşacağını ve başına neler geleceğini biliyorsundur. Ter dökersin, emek harcarsın, çevren tarafından çalışman takdir görülür fakat o godoş çıkıp kendince kusurlar bulur ve onun olurundan geçmediği için başına bir ton iş çıkartır. O yetkiyi ne zaman aldı, kim verdi, kimin nesi neyin fesi belli değildir ama son karar merci odur. Senin yaptığın iş, çıkardığın ürün ve olayın fikri noktası ile bu adamın ehil olduğu konu arasında bir bağlantı yoktur ama "biliyor", "anlar" mantığı ile o adamın oluruna sunulur ve onun onayından geçmezse senin asıl idarecilerinde onay vermez.

İnsan kendi işinin ehli, alanında otorite olabilir, yaşına hürmeten tecrübelerinden faydalanır, fikri alınır. Elbette ki bunlar olması gerekenlerdir ama sen kalkıpta bu adama her konuya bilir kişi olarak atarsan orada bir sıkıntı vardır. İnşaat mühendisi bir idarecinin kalkıp altında çalışan makina mühendisinin yaptığı çalışmasına burnunu sokmasına, ona makinadaki bir olayla ilgili akıl vermeye çalışmasına benziyor. Sırf bu da değil; makinadan elektroniğe, metalurjiden kimyaya her konuda uzmanmışçasına dediğini yaptırmasına ve yönlendirmesine benziyor. Bu vaziyet ister istemez insanı yaptığı işten soğutuyor. Yaptığın işin zorluğunu, neyin olup neyin olamayacağını sen biliyorsun ama kalkıp o işten hiç anlamayan birinin olur olmaz şeyleri dayatmaya çalışması insanı severek yaptığı işten soğutuyor. Şu açıdan bakarsak; bu tip adamlar hayatın her noktasına karşımıza çıkacak. Kaçışı yok ama bu adamların yardakçıları çok fena. Zaten o yardakçılar olmasa bu tip godoşlar hareket alanı bulamayacaklar. Acayip uykulu bir vaziyette yazmaya çalıştım. Şimdilik bu kadar diyor ve yazıyı burada bırakıyorum.


30 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul'a Girerken

Ailem eski Suriçi sakinlerinden sayılır. Selanik göçü sonrası ufak bir Manisa ikameti, ardından Fatih'e temelli geliş ve o gün bugündür Fatih'teyiz. Yaşım ufakken, farklı bir ilçeden Fatih'e dönerken dedem hep İstanbul'a dönüyoruz derdi. Çocuk aklı tabii, kendi kendime sorardım "ula gittiğimiz yer İstanbul'da, döndüğümüz yer İstanbul'da. İstanbul'a dönmek nedir?". Tabii kafa biraz oturmaya başlayınca neden Fatih'e dönüş "İstanbul'a dönüyoruz" dediğini anladım. Neyse, Fatih semtinin tarihi önemini anlatmaya gerek yok zaten ama tarihi önemini herkesin bildiği bir semtin, bir imparatorluklar başkentinin içine nasıl sıçmışız, sıçıyoruz her geçen gün daha iyi idrak ediyorum. Edirnekapı'dan Fatih'e girerken yani meşhur yuvarlağın oralardan sadece bir kare paylaşmak istiyorum;

https://www.google.com/maps/@41.0305401,28.9365664,3a,90y,259.98h,83.23t/data=!3m6!1e1!3m4!1sRPc4RVrqg4-NyvaftpHl9Q!2e0!7i13312!8i6656?hl=tr

Fotoğrafta asfalt çalışması sebebiyle iş makinalarının orada olması mantıklı gibi duruyor ama normal vakittede farklı değil ki arkadaş. Ya nakliyat kamyonları, ya otobüsler bilmem ne. Binlerce yıllık tarihi olan bir şehrin tarihi duvarlarından içeri giriyorsun ve karşına bu manzara çıkıyor. O yıkık dökük duvarlar hala duruyor. Bugün otobüsteyken içim sızlayarak izledim o manzarayı. Tarihi yarım adaya, tarihi surların arasından giriyorsun ve yıkık dökük binalar, nakliyat kamyonları, ucube apartman binaları ve mimari estetikten yoksun bir sürü yapı ve abuk reklam panoları. Kaderine terkedilmiş, asfaltın yükselmesiyle diplerde kalmış tarihi çeşmeler, taşları secdeye varmak üzere olan mezar taşları, yıkıldı yıkılacak bakımsız Osmanlı evleri vs. Şu Fatih'te dolaşırken kesinlikle bir imparatorluk başkenti havasını alamıyorsunuz. "Tarihi mirasın içine nasıl sıçılır?" diye bir ders olsa herhalde Fatih'ten daha iyi örnek bulunamaz. Hoş bir noktada hak yemeyeyim, son yapılan binalar mimari açıdan eski Osmanlı evlerine benziyorlar ve hoş bir görünümleri var ama arkadaş o kadar berbat etmişiz ki nasıl toparlanır açıkçası bilmiyorum. Arnavut kaldırımı döşemekle o hava yakalanmıyor. Güzel görünüm adına her yeri betonlaştırıyorlar. Mesela gidin Fatih Camii'ne bakın. Evet, restorasyonla beraber eskiye nazaran daha ferah bir görünüme kavuşmuş ama bir sürü ağacı kestiler, toprağı azalttılar ve zemini beton yaptılar. Yavuz Sultan Selim Camii'de eskiden toprağa serilip rahat rahat oturabilirken, şimdi her yerini beton kaplayıp üç beş bank koymuşlar. Balat, Fener, Kumkapı vb. yerler zaten pislik yuvası. Laleli deseniz Rus pazarına dönmüş ne kadar maraba olupta sonradan parayı vurmuş sonradan görme varsa hepsi Beyazıt'a toplanmış, herkes turisti nasıl öperizin derdinde. Bir tarihi kendi elimizle yiyip bitiriyoruz.

29 Nisan 2016 Cuma

İnternet Sitelerindeki Reklamlar

Sabah işteyken, akşam saatlerinde ise evde dinlenme halindeyken en sevdiğim şeylerden biri haber sitelerini gezmek, bir kaç takip ettiğim web sayfasını ziyaret etmektir. Hoş bu herhalde bir çok internet kullanıcısının yaptığı bir eylemdir. Sitelerde takılırken şu reklamlar sinirimi acayip bozuyor. Tabii ki bu siteler yayınladıkları şeylerden ücret talep etmedikleri için reklam ile gelir sağlamak isterler ki bu gayet normaldir fakat işin bokunu çıkarmaya başladılar. Örneğin bir resim galerisini -ki çoğunluğu bir kaç ay öncesinin galerisi oluyor yani ısıtıp tekrar karşımıza çıkarıyorlar- dolaşmak istiyorsun. Google ve diğer arama motorlarında sayfa başı index sayısını arttırmak ve aklıma gelmeyen başka sebeplerden dolayı tek bir sayfa üzerinden değilde her bir resim için ayrı bir sayfa olarak galeri oluşturuyorlar. Tamam, internet hızımız fena olmadığından sayfa açılma hızından dolayı çok rahatsız etmiyor diyelimde dedim ya işin bokunu çıkarmaya başladılar. Mesela 20 sayfalık bir foto galeri gezeceksin. Önceden 1-2-3-R-4-5 diye sıralama gözükürdü. R'nin reklam olduğu bariz zaten. 3'ten sonra direk 4'e basıp atlardım. Bunu kaldırdılar. Şimdi reklamın kaçıncı sayfada geleceği belli olmuyor. Geçen bir sitede her sayfa başı pop-up reklam çıkıyordu. Az daha çıldıracaktım. Üç-dört sayfadan sonra direk kapattım zaten. Bu bir. İkincisi ise son zamanlarda çok sık denk geldiğim yeni bir çakallık üzerine. Mesela bir video, resim galeri vb. şeyleri barındıran bir sayfa açtın. Bilgisayarı sık kullananlar el çabukluğu ile hemen ilgili şeyin açılması için tam üzerine tıklayacakken o hızla reklam sayfasına tıklıyor. Nasıl mı? Video veya resmin üzerine gelecek bir banner ayarlıyorlar. Sayfanın yüklenmesi esnasında en sona bannerın yüklenmesini ayarlıyorlar. Sen tam sayfa açıldı deyip resme tıklayacakken pat diye banner açılıyor ve resin bannerdan dolayı alta kayarken sen o hızla reklama tıklamış oluyorsun. Videolar zaten felaket. İzleyeceğin 10 saniyelik bir video diyelim. Tam 4. veya 5. saniyede pat diye 10 saniyelik reklam çıkıyor. Yahu 5 saniyede geçme imkanı olan reklam çıksa anlarım. Youtube bunu iyi yapıyor. Bizimkiler ille bokunu çıkaracak. İzleceğin 10 saniyelik şey için fazladan 10 veya 12 saniyelik reklam izlettiriyorlar. El insaf yahu! Yabancılarda reklam koyuyorlar ama işin bokunu çıkarmıyorlar. Bizim sayfalar resmen insanı reklama boğuyor ve tıklama almak için türlü çakallıklara giriyorlar. Mesela Ekşisözlük'e giriyorum. Başlığını gezdiğim şeyin ise son yorumlarına bakmak için son sayfaları gezmek istiyorum. Atıyorum bir bilgisayar programı olsun. Belki 2011 versiyonu çok kötüyken 2016 versiyonu çok iyidir. Tam son sayfa butonuna tıklayacakken pat diye banner sayfa kısmını alta aldığı an o hızla reklama tıklıyorsun. Bizimkiler ne zaman akıllanacak bilmiyorum ama işin iyice boku çıktı. Para kazanmayın demiyorum ama sitenizi ziyaret eden insanları bıktırmayın be kardeşim.

24 Nisan 2016 Pazar

Holiganlık

Bu gece malumunuz Trabzonspor-Fenerbahçe maçı oynandı. Çok futbol maçlarını takip eden biri değilimdir. Hani bu "ıyy futbol mu?" kafasıyla değil tabii. Arada hakikaten zevkli geçeceğine inandığım bir maç varsa izlerim. Hoş bugün istesem de bu maçı izleyemezdim. Bugün toplamda 500 km araç kullandım ve son 60-70 kilometresini mesane dolu vaziyette İstanbul'a giriş trafiğinde geçirince açıkçası pek maç ile alakam olamadı. Maç ile değilde şu maçlarda ortaya çıkan olaylarda aktif rol alan mallara dair üç beş bir şey yazma gereği hissettim.

Önce şu linklere alayım sizleri;

https://www.youtube.com/watch?v=gZpXt2TpdSk&app=desktop
http://www.dailymotion.com/video/x150v2q_bjk-1-2-gs-90-3-saha-olaylari-full-hd_sport
https://www.youtube.com/watch?v=ipZCwFgrnRw

Hacı cidden şu videolar ve türevlerini izledikçe çıldırıyorum. Ulan tiplerini sevdiğimin malları şu saldırganca eylemleri yaparken o fındık beyinlerinden neler geçiyor o kadar merak ediyorum ki. Ulan götünü yırttığın, taraftarı olduğun takımın oyuncusundan teknik heyetine, yönetiminden bilmem nesine bir sürü adam paranın dibine vuruyor. E be gerizekalı beyinsiz! Senin ne gibi çıkarın, bir kazancın varda kendini bu hallere alçaltacak kadar mal olabiliyorsun? Nasıl bir hırs ve nefrettir bu? Neyin acısını kimden çıkartıyorsun? O 100 gram beyninden ne gibi düşünceler geçiyorda o hallere bürünüyorsun? Hele o karışık taraftar grubu arasında mal mal dövecek adam arayan tipleri alıp sopayla döveceksin.

Bir insan bir futbol takımı veya herhangi bir spor dalındaki bir başka takımı tutabilir. Takımın mağlup edildiğinde üzülebilir, galip geldiğinde sevinebilirsin. Fakat, sağa sola zarar verebilecek kadar, başkasının malını sırf rakip takımın taraftarına ait diye zarar vermek, birinin canına kast etmeye çalışmak nasıl bir aklın ürünüdür aklım almıyor. Ulan deseler ki "bu adam bu hareketlerinden dolayı şu kadar para alıyor veya işte şu şu imkanlar sağlanıyor" inanın bir mantığa oturturum. Ulan beyinsiz! Ne kazancın var, ne çıkarın var? Şu sefil ve zavallı hayatına ne katıyorda ölümüne bu kadar gözü kara hareket edebiliyorsun? Herhangi bir takımı hedef aldığım anlaşılmasın. Ekşisözlük'te gezinirken denk geldiğim video linkleri bunlar. Her takımın denyo taraftarı için söylüyorum bunları. Şu insanoğlunda zeka denen bir şey var ama işte herkeste eşit miktarda değil maalesef.

Bu ve benzeri olayları görünce aslında bazı şeyler insanın kafasında daha net oturmaya başlıyor. Bir müslüman olarak zenginliğin veya fakirliğin bir imtihan olduğuna inanıyorum. Yani fakir, maddi yoksunluk ile imtihan oluyor. Zengin ise parasıyla imtihan oluyor. Yüzeysel bakıldığında zengin olanın imtihanı, yaşayabildiği hayat kalitesi bakımından daha kolay gözükse de kazın ayağı öyle değil. Neyse, burada bu konunun detaylarına girmeyeceğim ama bu konudaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Dedim ya zenginlik veya fakirlik bir imtihan yolu diye. Burada fakirliğe ayrı bir giriş yapmak istiyorum. Ben bir insanın aç kalacak, başkasının yardımına muhtaç kalacak kadar fakir olacağına inanmıyorum. He, hastalık olur, bir felaket durumu olur ve insan hayatı bir anda tepe taklak olur ki bu durumda o muhtaç gelme durumunu anlarım. Ama ortada hiç bir neden yokken, insanın eli ayağı tutuyorken, kafası az çok çalışıyorken başkasının yardımına muhtaç kalacak kadar fakir olabileceğine inanmıyorum. Civarımda ne kadar yardıma muhtaç insana denk geldiysem hep içimdeki "insana şefkat" duygumun eksiltildiğini hissettim. Sebebi ise ne zaman böylesine denk gelsem muhakkak bu duruma düşmelerinin veya hala bu durumda kalmalarının sebebi kendi gerizekalılıklarından. Diyorum ya hastalık veya sakatlık gibi bir durumdan olsa kesinlikle lafım yok. Yarın sakat kalmayacağımızın bir garantisi yok. Ama dediğim gibi ne zaman yardıma muhtaç birine denk gelsem altından bir beyinsizliğin sonucu çıkıyor arkadaş. Günlük hayatları içerisinde de gerizekalılığın dibine vuruyor bu insanlar. Burada kimseyi durumundan dolayı aşağılamıyorum. Gerizekalı olduğu için şu anki durumlarındalar diyorum.

Futboldan başladım ve konu nerelere geldi. İki konuyu şöyle bağlayacağım; bu holigan tipli, bahsettiğim mal sürüsü var ya. Heh işte bu adamlarda emin olun bu kafaya sahip oldukları müddetçe o sefil hayatlarından kurtulamayacaklar. Onunla evlenecek olanların da hayatlarını karartacaklar, olması muhtemel çocuklarının da hayatlarını karartacaklar. Eğer çocukları zeki olmazsa onlar da aynı kafayla yetişip aynı sefaleti onlar devam ettirecekler. Mal oğlu mal silsilesiyle soy devam edecek. Maalesef hayatın acı gerçeği bu. Zeka herkese eşit verilmiyor. Hayatın bazı değişmez kaideleri var maalesef. Avam genel olarak avam kalır. Toplum içerisinde dikey bir statü değişimi günümüz şartlarında mümkün olsa da sayıca azdır. Orta seviye kesim hakikaten adı gibi ortadadır. Her an bir sonraki nesilde mal yetiştirip avam kısmına da geçebilir, biraz zekice bir nesille bir üst statüye yükselebilir. Genelde sosyal statüsü yüksek ailelerde ise en fazla orta-üst statüye inme gerçekleşse de genelde statüleri sabittir. Burada genel anlamıyla maddi güçten bahsetmiyorum. Eğer bir nesil okumuş ve beyin çakralarını açmışsa devamı olan nesilde de bu devam ediyor. Maddi olarak çalkantılı dönemleri olsa da eğitimleri ve büyüklerinden gelen sosyal çevre ile toparlanabiliyorlar. Avam tarafında ise iş tamamen gelen yeni neslin genetik olarak kafalarının ailesine göre biraz daha fazla çalışır olması gerekiyor ki bu da maalesef tek başına yetmiyor. İsterse süper zeki olsun, çevre mallardan oluşunca maalesef insan psikolojisi gereği o gruba aidiyetinden gelen bir dürtüyle zekası köreliyor.  O sebepten zekanın yanında beyin çakralarının da açılması gerekiyor.

Sonuç olarak diyeceğim o ki; bu tip adamlara yaptıklarının malca olduğunu kabul ettirene kadar uğraşacaksın, ezeceksin. Psikolojik olarak ezeceksin ki belki kafasında üç beş tahta yerine gelir, yaptığı hareketlerin ne kadar ahmakça olduğunun idrakine varır.

21 Nisan 2016 Perşembe

Kilo Vermek

Şu ömrümde hiç anneanne tabiriyle "çıta", "kürdan" veya "kuru göt" kıvamında bir zayıflıkta olmadım. Zaman zaman aşırı kilolu olduğum vakitler olmuştur ama genelde orta halliydim. Zayıf dönemlerimde de hiç bahsettiğim isimlendirmelere karşılık gelecek bir zayıf olma durumum olmadı. Her zaman biraz göt ve göbeğim olmuştur. 1.74 cm boyundayım ve geçen senelerde kilom 80'lerden 92'lere falan gelince artık duruma müdahale etme zamanımın geldiğine kanaat getirmiştim. Hoş ben gene kendimi çok kilolu görmezdim ama şu anki halimle karşılaştırınca harbi bildiğin fil gibiymişim.

Çalıştığım iş yerinde Taekwondo derslerinin verildiği tatami kaplı bir salon var. Güvenlikçi abilerin çıkış saatleri benim mesaiden sonra spora kalmama uygun olduğundan artık bu kilo artışına dur deme vaktinin geldiğine karar verdim. Öncelikle yanıma adam lazımdı ki iş yerinden arkadaşları ayarlamak zor olmadı. Spor ile beraber yeme alışkanlıklarını da değiştirmek gerekiyordu. İşin sonunda başardıklarımı görünce insan ister istemez kendisiyle gurur duyuyor.

Yemek yeme alışkanlığını değiştirmek zor olmadı çünkü çok fazla değişikliğe gitmedim. Yaptığım en büyük devrim çayı şekersiz içmeye alışmaktı ki şu anda şekersiz çay çok daha güzel geliyor. Günde sadece iş yerinde 8 bardağa yakın çay içerim. Evi hesaba kattın bu olur 10, arkadaşlarla olan çayı ekledin mi 14. 2 ile çarptın mı günde 28 küp şekerden kurtulmuşum. Dediğim gibi çok fazla bir değişikliğe gitmedim. Sadece kısmaya gittim. Tek devrimim olan çaya 1 seneden fazladır küp şeker atmıyorum. Mesela biraz fazlaca çikolata yeme alışkanlığım vardı ki bunu büyük ölçüde azalttım. Evdeyken yediğim her yemekte koca bir tabak pilav veya makarna olurdu. Bunu haftada 1 veya 2'ye indirdim. Beyaz ekmek yerine kepek, çavdar, tam buğday ekmeklerine yöneldim. Anne veya anneanne tarafından dayatılmaya çalışılan hamur işlerini mümkün mertebe tüketmemeye çalıştım. Bu ufak tefek değişiklikler dışında "aman onu yememem lazım" tarzı bir şekle sokmadım kendimi. Hala daha önüme lezzetli ve kilo aldırıcı bir mamul gelirse gömerim, affetmem. 

Kilo verme işi yiyeceklerle başlasa da kilo vermedeki en büyük pay spor oldu. Spor zor geldiğinden yarıda bırakma duygusunu çok yaşadım. Hele iş yerindekilerin mesaiden sonra takılma teklifleri içimi öyle bir kemiriyordu ki anlatamam. Zaten benimle başlayan bir çok adam zamanla dağıldı. Ben ise istikrarı bozmadan istemeye istemeye o spora devam ettim. İlk başlarda salonda 10 tur zor koşarken en son 70 turlara çıkmıştım. Hayatı boyunca ip atlamamış olan ben ip atlamayı öğrendim. Babadan kalma bench press sehpası ve ağırlıkları da götürünce kendi çapımda bir spor programım olmuştu. Haftada 3 gün kesin o sporu yapıyordum. Dedim ya, çok defa bırakma safhasına geldim ama bırakmadım. İyi ki bırakmamışım. İlk 2-3 ay adam akıllı kilo veremedim. Sonra bir anda paldır küldür kilo vermeye başladım. 3 ay öncesine kadar iş yerinde spor yapıyordum. Yeteri kadar kilo verdiğime kanaat getirince bir spor salonuna yazıldım. 3 aydır vücut geliştirme yapıyorum. Şu anda 70 kiloyum. 1 seneden biraz fazla sürede 22 kilo vermişim. Skolyoz, düz taban, bel ve boyun fıtıkları olan biri için şu anda o kilolu zamanlarımda yaşadığım ağrıların büyük ölçüde azaldığını söyleyebilirim. Vücut geliştirmeyi öyle sağım solum şişsin mantığıyla yapmıyorum. Maksat biraz kuvvet kazanmak ve estetik bir görünüme kavuşmak. Koşuyu falan bıraktım. Zaten biraz daha kilo verirsem zafiyet geçireceğim. Hoş hala kilo vermeye devam ediyorum. Salona başladığımda 75 kilo civarındaydım. 3 ayda 5 kilo daha vermişim. 

Sağlıklı bir şekilde kilo verdiğime inanıyorum. Yani günlük yeme alışkanlığımı bozmadım. Sadece kısmaya gittim. Artık yemiyorum diyebileceğim bir şey yok. Sadece çayda şeker. Öyle diyet hapı, bilmem ne otu tarzı şeyler kullanmıyorum. Rutinim neydiyse ona devam ediyorum. Spor yaptıktan sonra eğer vücutta anormal bir durum yoksa herkesin kilo verebileceğini düşünüyorum. Yeter ki azim olsun. İnsan hayatında ufak tefek değişikliklere gitmeyip, spor yapmazsa kimse kusura bakmasın ama o ilaçlarla bir mucize beklemesin. Tabii ki ihtisas alanım olmadığı için şu hapı kullanmak veya şu diyeti uygulamak zararlıdır, şöyledir veya böyledir diyemem ama benim mantığıma göre efor sarf etmeden istediğin şey gerçekleşiyorsa o işin içinde var bir bok. O yüzden spor yapmak lazım. Sırf kilo vermek için de değil, insanın hayatına bir hareket katıyor. Spor yapın kardeşim! Bu arada spor salonlarındaki gözlemlerimi aktaracağım yakında. O kuru götlerin ayna ile imtihanı nedir arkadaş?

17 Nisan 2016 Pazar

Düğün Anlayışı

İnsanların düğünden beklentisi farklı oluyor. Kimisi sade, yakın eş-dostun olduğu tarzda bir düğün tercih edebilirken kimiside hareketli, sadece eş-dost değil komşunun komşusuna kadar olan geniş yelpazede misafir ağırlama gerçekleştirebiliyor. Dini yönü daha baskın olanlarda ufak bir Kuran tilaveti, alkol kullanımı olanlar alkollü düğün falan derken liste uzar gider.

Bu akşam gece mesaisinde olan bir arkadaşın yanına gittim. Ben eve geldim ve yazıyı giriyorum, garibim sabaha kadar mesaide kalacak daha. Neyse, gittiğimde belli ki bir düğün vardı. Daha doğrusu düğünü görmedim ama gelen sesten anlaşılıyordu ki arkadaşın çalıştığı yerin etrafında yerleşim yok. Ses bayağı bir uzaklardan fakat mesafeye rağmen oldukça net geliyordu. Sonra başladı kurusıkı sesleri falan. Az öncede haberlerde gördüğüm kadarıyla aşiret düğünü bilmem kaç gün sürmüş ve silah sesleri susmamış falan. Ulan madem düğün yapıyorsun, git kır düğünü yap ya da salonda yap. İstanbul'un göbeğinde bu kadar gürültüyle düğün nedir? Yol kapatmalar, bangır bangır müzikler, yolun ortasında oynamalar falan. Yok aga cidden acayip bencil bir toplum olduk çıktık. Millet iş görsün diye teknoloji üretir, bizimkiler gerizekalı işleriyle o ürünü değerlendirir. Köy olsa anlarım, herkes birbirini tanır ve düğün oldu mu zaten herkes bir arada oluyor. Öyle kimsenin hakkına girmeyeceğin ortamlarda ne yapıyorsan yap ama şehir burası. Burada bir aşağılama algılamayın. Köyde yapılabilirden kastım ortam ve eş-dost çevresi, köyün ortamı müsait ama arkadaş şehirde yaşıyorsan ve bu tip bir düğüne kalkıştın mı yüzlerce insanın hakkına giriyorsun çünkü kapattığın yol sadece komşularını değil, belki 10 sokak ötede oturan adamı da etkiliyor. Yarattığı gürültüden bahsetmiyorum hiç. Hele birde silah veya kurusıkı olayı var ki bunu hayatım boyunca çözemem  herhalde. Bizim millet kadar yeni teknolojik edevatı alıp, malca bir eğlence haline getirip onu gelenek hale getirebilen millet yoktur galiba.

Genelde yazılarımda hep insanları aşağılar bir tutum içinde olduğunun farkındayım ama arkadaş şu beyinsizlikle ortaya çıkan sahneleri ayda yılda bir görsem tamam diyeceğim. Yola çıktığımdan eve gelene kadar olan vakitte devamlı ona buna saymaktan beynim yoruluyor. Bencil, egoist, kavgacı, barbar bir milletiz maalesef. Eğitim ile bu uzun vadede belki çözülebilir bir konu ama kolluk kuvvetleriyle yaptırım adam akıllı uygulanmadıkça bu haller devam eder.

İstanbul'da Araba Kullanmak

Geçtiğimiz Haziran kendime bir araç satın aldım. Allah'a şükür nasip oldu. Ehliyeti 2007 yılında almıştım. 9 sene geçmiş. Biraz eski bir araba aldım. Arada ufak tefek masrafları olsa da araçtan gayet memnunum. İstanbul'un oldukça düzensiz, yeri geldiğinde daracık sokakları olan ve kalabalığın oldu bir ilçesinde ikamet ediyorum. Şu kanıya vardım ki bütün insanlara eğitim amaçlı 3-4 saat araç kullandırılması gerekiyor. Hayatımda hiç kavgaya karışmadım ve hep uzak durmaya çalıştım ama bazen araçtan inip kim olduğu fark etmeksizin çok fena dövesim geliyor. Hani bu "arabası var, bir de şikayet ediyor" salaklığı ve sığlığıyla karşılanmasın. Araba dediysek öyle 2010 üstü 30.000 ve üzeri bir araçtan bahsetmiyorum. Bekar olup, az biraz kenara para atmayı becerebilen ve biraz imkanı olabilen herkesin alabileceği bir araç aldım. Bunu niye belirttim; insanlar bazen yazıları okurken kelimeler üzerinden zeka seviyesi düşük yazılarla karşılık verebiliyorlar. Neyse, ben mevzuya döneyim. Diyorum ya, bazen insanları dövesim geliyor.

Millet olarak trafik kurallarından bihaberiz. Sadece araç sahipleri olarak değil, yaya olarak da nasıl davranacağımızı bilmiyoruz. Mümkün mertebe kurallara dikkat etmeye çalışırım. Buna çoğunluğun uymadığı yaya çizgileri de dahil. Dün az daha bir yayaya çarpıyordum mesela. Kavşakta, sola dönmek için sol yön ışıklarında bekliyorum ki malumunuz araçlara yeşil yanmadan yaklaşık bir 5 saniye öncesinden yayalara kırmızı yanar. Yayalara kırmızı yandı ve az sonra bana yeşil yandı, vitesi attım ve tam gaza hafifçe yüklenmeye başladım ki sağ yanımda kalkış hamlemle arabadan kaçış hamlesi yapan birini gördüm. Yani son saniye fark etmesem aracın sağıyla veya en iyi ihtimalle sağ yan aynayla geçirecektim. Zaten araç kullanırken insan çok fena stres oluyor. Yeşil bile yansa yola atlayabilen araçlar, başka bir yöne yeşil yandığında araçların kalkıştan gireceği şeride kadar olan o 3-4 saniyelik boşlukta karşıya geçmeye çalışanlar, ışık beklerken neredeyse yolun ortasında bekleyenler falan derken bir sürü şeyi hesap etmek gerekiyor. Tabii Allah yaşatmasın ama makine olmadığımız için bazen ihtimallerden birini kaçırabiliyoruz. Hoş herkes kurallara riayet etse, etmeyenlere cezai yaptırım uygulansa bu kadar strese bile gerek kalmaz ama burası Türkiye. Mesela aracı park ederken geri geri hamlelerde muhakkak birileri arkandan bir yerlere geçmeye çalışır. Birde görmedin diye kızarlar. Yolun ortasında tarlada yürür gibi yürürler, korna çalınca kızarlar. Koca kaldırıma rağmen asfaltta yandan yandan yürürler, dibinden geçtiğin zaman laf söylerler falan. Hele çocuğunu araç yolu tarafında tutarak yürüyenler var ki harbi dayaklıklar. Şu anda bildiğim kadarıyla hata %100 yayada dahi olsa suçlu araç sahibi sayılıyormuş. Araştırmaya üşendim açıkcası; doğru mu yanlış mı diye ama eğer doğruysa bunun kesinlikle değiştirilmesi gerekiyor. %100 yayanın hatalı olduğu durumlarda resmi olarak o kişiye gerizekalı damgası vurulması gerekir. İnsanların idrak edemediği bir durum var. Şoförün altında en az 1 tonluk bir makina var. Öyle ya da böyle demir yığını ve mekanik parçalardan oluşan bir makinayı kontrol ediyorsun. Kontrolü elden kaçırdığında ne gibi felaketler ortaya çıkarabileceğinin farkındasın. Maalesef ki yayalar bunun farkında değil. Haydi kendi canımı geçtim, Allah muhafaza başka birine bir zarar versem vicdanen çökerim herhalde. İşte burada yayaların gerizekalılığı işin içine giriyor. Ne kadar dikkat edersen et, karşındaki belki "araba içinde rahat, dursun işte" gibisinden bir mantıkla veya "bana dikkat etmek zorunda" kafasıyla bu kadar rahat hareket edip şoförü çileden çıkarabiliyorlar. Ulan altımda 1 tonluk makina var, sen etten oluşan bedeninle neyine güveniyorsun? 5 km hızla çarpsam belki bir yerini kırabilecek bir makine kullanıyorum. Ben azami dikkati gösteriyorsam bir zahmet sende göstereceksin. Ben çarptığımda bana bir şey olmayacak ama sen belki hayatından olacaksın ve hata yayanın kendisinde dahi olsa karşında vicdanen çökmüş bir insan ve aileni geride bırakacaksın. Tamam, bazı yollar çok dar ve kaldırım olmayabiliyor. Yoldan yürünür ki anlarım ama arkadaş şu caddelerde ışıklara dikkat edin, park eden, geri giden, yokuş çıkan araçların etrafında dolanmayın. Hele geri gitme işini hiç sevmiyorum zaten. Görüş açın daha dar, ters tarafa bakarken el kol öne doğru durduğu için ufak tefek sallamalar yapıyorsun falan zaten zor bir iş. Yani diyeceğim o ki şu insanlara versinler bir araba veya bilmiyorsa oturtsunlar bir şoförün yanına. 3-4 saat İstanbul'un en berbat sokaklarında tur atsınlar. He hala araçlara karşı aynı kafadalarsa direk gerzek damgası vurularak günlük hayattan uzaklaştırılması gerekir.

15 Nisan 2016 Cuma

Aile Büyüklerindeki Sağlık Merakı

Bugünlerde haber sitelerinde sıkça evlilik programları üzerine sıkça oynandığını görüyorum. Şahsen zaten bu programları tamamen gereksiz buluyorum. Diyelim ki programa evlenmek maksadıyla gelenler ajanstan gelen oyuncular. İlle arada gerçekten evlenme ümidiyle programa katılmış olan vardır. Seyircilerinde para aldığına dair duyumlarım var (Sanki çok gizli bilgide he he). Tabii ki ne kadar doğru veya yalan bilemiyorum. Yahu para için bile olsa insan kendini bu hallere nasıl düşürüyor emin olun anlamıyorum. Bir akıl vermeler, bir tavsiye vermeler falan kafayı yiyorum. Hepimiz günlük hayatın içinde bir şekilde koşturuyoruz; benim şu 27 senelik ömrümde kim sağa sola adamlık, dürüstlük konusunda nara attıysa hepsinin yamuk adam olduğunu gördüm. Hele birde "ben yalanı hiç sevmem" diye ikiden fazla tekrar yapıyorsa direk o insandan uzaklaşmak gerekir. Konumun başlığı sağlık üzerine ama oraya az sonra değineceğim.

Bildiğiniz üzere genel olarak ailelerde anne kısmı ev hanımıdır. Benim yaşıtım olup dünya evine girenlerde artık çoğunluk olarak hanım kısmı da çalışıyor (veya benim gözlemlediklerimde oran yüksek) ama bizi yetiştiren nesil ve önceleri olan çoğu "anne" ev hanımı olarak hayatını idame ettiriyor. Haliyle ev işlerinden kalan vakitlerde -eğer gün, mukabele, misafirlik vb. şeyler yoksa- tek eğlenceleri televizyonlar oluyor. Ben genelde ev kadınlarının izlediği saatlerde konulan programlarda "bilgi verici" olarak lanse edilen bir çok şeyin sadece bilgi kirliliği yarattığını düşünüyorum. Hatta bir çoğunun aslı astarının olduğunu dahi düşünmüyorum. Tabii ki bu konularda yorum yapmak için bir yetkinliğe sahip olunup konuşmak gerekir ama ben kafamdaki mantığı anlatırsam daha açıklayıcı olur sanırım.

Üretilmek istenen ilacın veya tıbbi bir gerecin insanda kullanımına uygundur noktasına gelene kadar tonla aşamadan geçer. O ilacın ruhsat alıp satışa uygun hale gelene kadar 3 fazdan geçmesi gerekiyor. Bazı araştırmalar senelerce sürebiliyor. Tahmin yürüterek söylüyorum ki bir maddenin insanda faydalı olup olmadığı noktasında bu maddeyi vücut hangi bölgelerde kullanıyor, vücutta ne gibi etkiler yapıyor vb. şeyler tek tek inceleniyordur. Programlara çıkanlara bakıyorum, amenna sıfatı doktor olarak gözüküyor ki zaten bu konuda yalan söyleyecek halleri yok ama arkadaş tonlarca ürün sayıyorsun, kitabında daha detaylı anlattığını falan açıklıyorsun ama bunların araştırmasını yaptın mı? Deneylere tabi tuttun mu? E haydi araştırmalara göre diyorsunda kaynağın nerede? Yani mesela de ki bilmem ne üniversitesinde şu kadar süren araştırmalar neticesinde diye bir şeyler sırala. Tamam belki izleyici kitle açısından gerekli görülmüyordur ama diyorum ya ben bu adamların iyice araştırma yapmadan, bir-iki makale ile bilginin doğru olduğu konusunda kesin kanıya varıp insanlara sunuyorlar. Mesela bir ara damar açıcı ilaçları piyasada revaçta olan, her yerde adına açılmış dükkanını görebileceğiniz bir doktor vardı. Yav arkadaş sen bunları bir grup ile üniversite ortamında araştırdın mı? Ne gibi deneylere tabi tuttun ne oldu ne bitti? Hele bir tanesi var ki tutturmuş ağzına bir "doğa şifahanesi" tabiri dolamış devamlı dini kelime sosuyla bir şeyler anlatıyor ki kendisi doktor falan değil.

Arkadaş her sofrada yenilen bir şeyle ilgili o gün duydukları, faydalı olduğunu duydukları bir bitki üzerinden tüketim baskısı yiyorum. Hele birde eskiler böyle yermiş, kesin bir bildikleri vardır geyiği var ki sormayın. Görende eskiler yüzlerce yıl yaşıyordu zannedecek. Alın mesela en büyük ticaret ürünlerinden "Kaya Tuzu" ile ilgili yalansavar.org'un yazısını okuyun;

https://yalansavar.org/2015/12/21/kaya-tuzunun-dayanilmaz-dogalligi/

Doğal! Doğal! Arkadaş zehir olarak kullanılan bitkisel ürünlerde doğal. Kolada rengi veren bilmem ne böceği diyorsun o da doğal işte. Birilerinin bu işe el atması gerekir. Bare adam akıllı programlar yapılsa da insanlar hakikaten araştırılmış, gerçekten sağlam temellere dayandırılarak ulaşılmış sonuçların anlatıldığı adam akıllı insanları dinlesinler.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Soğuk Yoğurt

Geçen Cumartesi iş yerinin soğutucu dolabında son kullanma tarihi yaklaşmakta olan bir yoğurdum vardı. Çocukluğumdan beri yoğurt hastasıyımdır. Affetmem yani. Kafasızlık burada ya, boğazlarım halihazırda nane molla durumdaydı. Yani dikkat ettin ettin, edemedin bak hasta ederim seni diyordu. Bendeki kafa ya; dolaptan çıkarıp bir hız yedim o mübarek şeyi. O gün bir şey yok güzel, ertesi gün yani Pazar günü mahalleden arkadaşlar gezelim dedi. İyiydim gene, bir şeyim yoktu ama içten içe bir sıkıntıda vuruyordu. Yani böyle arada bir titretme tarzı, bir çökme oluyordu üstümde. Eve gelince de hala üstümde öyle hastalık havası yoktu. Saat 22.00 dolaylarında mahalleden bir arkadaş çay içmeye davet edince atladım hemen. O saatlerde üzerime bir halsizlik hali çökmüştü ama günün yorgunluğuna veriyordum. Saat 23.00'a doğru gelirken aldı beni bir üşüme. Zaten kalkmak üzereydik. Yola koyulunca ula baktım içten içten üşüyorum. Üstüm havaya göre biraz inceydi ama soğuk içten vuruyordu. Eve geldim ateş 37.7 gibi. Heh dedim kaptım şifayı. Hoş 37.7 genelde çok korktuğum bir ateş değildir. 38.5 derece ateşte 2-3 gün işe gittiğimi bilirim. Yani ilaçla bile olsa ayakta durabildiğim sürece pek sıkıntı etmem. Bütün geceyi kabusla geçirince sabah bir kalkarım ki ateş olmuş 39. Gözlerimi açamıyorum. Haydi bir üşüme, bir bulantı faslı oldu sana 39.5 derece. Koca Pazartesi gününü gözler kapalı, sadece hıııı sesiyle cevap verebilecek durumda yatarak geçirdim. Ateş düşürücü ilaçlar bana mısın demedi. Hoş bu durumda doktora gitmek şart ama diyorum ya elimi oynatacak halim yok. Ancak Salı gününe gidebildim. Aslında o durumdayken acile girip bir serum taksalar sıkıntı falan kalmazdı ya. İnsan o an çokta mantıklı düşünemiyor.

Ateş yüksekken herhalde vücut normal sıcaklık değerinin üstüne çıkınca beyinde de bazı fonksiyonlar arızalı çalışmaya başlıyor. Ne zaman yüksek ateşli hastalığa yakalansam kabus olarak beynim kısır döngüye girer. Yani ortada çözülmesi gereken bir mesele vardır fakat o meseleyi çözmeye bir türlü vakıf olamam ve vakıf olamadıkça mide de bulantı veya titreme olarak yansır. Bu hali yaşamamak için gözleri açık tutmaya çalışırım fakat bir süre sonra hastalığın verdiği ağırlık galip gelerek tekrar gözleri kapamaya zorlar ve tekrar kısır döngü başlar. Geçen gün mesela üç tane nokta hatırlıyorum. O noktalarla bir ayarlama yapmaya çalışıyorum fakat o noktalar neyin nesidir, neyi ne yapmam gerekiyor hiç bir fikrim yok ama bir şey yapmaya çalışıyordum. Hayır, bilinçli olarak sırf olayı anlamak için de gözleri bir kaç defa kapamışlığım var ama gözler kapandığı an IQ seviyesi 10-20'lere düştüğünden tekrar kısır döngüye giriyorsun. Siz siz olun şu mevsim geçişlerinde soğuk yoğurt yemeyin. Aslında soğuk bir şey yemeyin. Bademcikleri aldırdık aldırmasına ama hala boğaz olabiliyorum.

3 Nisan 2016 Pazar

Eşit miyiz?

Bugün kendimi bildiğim bileli tanıdığım bir dostumla mahallemizdeki çay ocağında otururken bazı şeyler beni derin düşüncelere soktu. Çay ocağı ve derin düşünceler çok yan yana gelemeyecek şeyler ama geldi işte. Ben biraz farklı kafadayım bu çay ocakları konusunda. Yani bir çok yaşıtım kafelerde, şekilli mekanlarda takılmayı tercih eder mesela. Ben ise çay ocaklarındaki o sıcak ve samimi ortamı o tip mekanlarda bulamıyorum. Herkes sade ve yalın. Neyse o. Emekli amcasından tut, mahallenin ammolarına*, üniversite okuyan mahalle gencinden tut esnafına kadar herkes bir arada. İnsanları gözlemlemek, tabanın kafasından geçenleri analiz etmek için müthiş ortamlar. Neyse aslında konum bu değil. Oturduğum muhit tuhaf bir muhit. Yani bir yan evinde acayip zengin biri oturabilirken, diğer yanında maddi bakımdan zorluklar çeken bir aile oturabiliyor. Bir sokak kendi halindeyken, iki alt sokak malların toplamından oluşabiliyor.

Kanunlar karşısında herkes eşittir. Eyvallah ama maalesef herkes zeka bakımından eşit değil. Bunda hemfikiriz herhalde. Yalnız bazen öyle sahnelerle karşılaşıyorum ki bunları zeka ile izahı mümkün olmuyor. Bir insan nasıl bu kadar gerizekalı, vurdumduymaz, umursamaz olabiliyor diye hayretler ediyorum. 5-6 tane sakalı falan yerinde genç bize doğru geliyor. Sakalı yerinde falan derken yani tiplerinden en küçüğünün 22-23 yaşlarında olduğunu kestirebiliyorsun. Ben bunları taa yolun en başından takibe aldım. Saat olmuş 22.00, bunlardan tuhaf anırmalar, anlamsız laflara kahkahalar atmalar, küfürler, cins cins hareketler... Şimdi bu hal ve hareketleri bir mantığa oturtmaya çalışıyorum fakat hiç bir kalıba uymuyorlar. Yani nasıl bir zeka bu hareketleri normal karşılayabiliyor? Yani bu adamlar demiyor mu; "Sakalım falan var lan benim. Boyum posum yerinde. Ulan şu hayatımı bir düzene koyayım, hedef koyayım ve o hedefe ulaşmaya çalışayım" gibi. Ya aklım fikrim almıyor. Yani bir insanın hayatta hiç mi amacı olmaz? Bu öz güven nereden geliyor? Kimsin ki veya nesin ki, ne başarın veya şu hayatta ne gibi bir katkın varda bu öz güven tepelerde? Toplumbilimciye sorsan çevresel faktörler, çocukluktan beri yetiştiği ortamdan gelen, kendini o zamanlarda o toplumsal yapıya kabul ettirme için kanıtlama ihtiyacı falan der. Psikologlara sorsan işte çocukluğu, aile ortamı, anne-baba tavrı falan bir sürü şey söyler. İyi tamam, kötü aile, kötü çevre, alışkanlıklar falan eyvallahta aga bu adamda beyin yok mu? Yani dönüp bir kendine bakıp "ulan cüzdan boş, tersoyuz gene. Bu hayattan kurtulmam lazım" diyemiyor mu?

Geçen senelerde Ömer Miraç Yaman'ın Apaçi Gençlik isimli kitabı üzerine bir seminerine katılmıştım. Bu arada kendisiyle ilgili bir programa denk gelirseniz kaçırmayın derim. Hiç sıkılmadan kendisini saatlerce dinleyebilirim. Bu apaçi gençlik ile alakalı yaptığı sosyolojik çalışmaları anlatıyor, bu insanların nasıl bu hale geldiğini falan anlatıyordu. Kendisi elbette çok değerli bir çalışma yapmış fakat hala benim anlamadığım bir nokta var. Bu adamların beyni yok mu? İşte kimse kabul etmiyormuş bunları, dışlanıyorlarmış falan. Arkadaş çıldırıyorum bu lafları duyunca. Bir saçına, kılığına-kıyafetine bak! Hal ve hareketlerine bir bak! 100 metreden uzak durulası bir insan olduğun belli oluyor. Bu adamlarla aynı şartlarda, aynı seviyede hayata başlayıpta kendini kurtadan bir sürü adam tanıyorum. Yani yapılamayacak bir şey değil. Dedim ya maalesef insanlar zeka bakımından eşit değil. Ama en azından bazı basit gündelik hayat kaidelerine biraz kafaları çalışsa bare. Eve dönerken bir tanesi çöp tenekelerinin önüne park etmiş. İki adım gidiyorsun, gerizekalı öyle bir park etmiş ki ne ambulans döner ne de itfaiye kamyonu. Bu adamları hiç anlamıyorum zaten. Bir insan nasıl bir başkasını düşünmez aklım almıyor. Belki senin aracın yüzünden insanlar hayatını kaybedecek. Nasıl bu kadar düşüncesiz olabiliyor insanlar.

* genel olarak bu kifayetsiz muhterislerin kendi aralarındaki hitabıdır "ammo".
























30 Mart 2016 Çarşamba

Zamanın Çocukları 2

Aslında dün farklı şeyler yazmayı planlıyordum fakat konu dallanıp budaklandı. Yazımın sonunda fark ettim ki konu bambaşka yerlere gitmiş. Neyse, bugün bare konudan sapmadan yazmaya çalışacağım. Gelişen teknoloji ile beraber önümüze konan cihazlar, genellikle en aptal insanın bile rahatça kullanabileceği kolaylıkta ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Ne bileyim ekran teknolojisi, işlemci vb. donanım ürünlerinin gelişimi falan. Eskiden Nokia 3210'da mesaj yazmaya girene kadar o ekranda bir sürü yere girmek gerekiyordu. Şimdi ise ana menüye eklenen bir kısayolla rahatça sms tarafına geçilebiliyor. Ben bilgisayarı Windows 95 ile tanıdım. Etrafımda bilgisayarı bilen çok insan olmadığından ve bugünkü gibi yaygın bir kullanıma sahip olmadığından bir çok şeyini kendim bozarak öğrenmek zorunda kaldım. Bir yazıcı kurmak, bir modem kurmak zor işlerdi. Sürücüsünü kur, bilgisayarı yeniden başlat, haydaaa sürücüyü görmedi falan derken bazen insanı çileden çıkarırdı. Bu durum atariler için de geçerliydi. Ben çok kol tamir etmişimdir. 0(sıfır) elektrik ve elektronik bilgisiyle en azından kopmuş bir kabloya lehim atmayı öğrenmiştim. En olmadı belki basit bir hatadır diye kolun veya cihazın içini açardım. Aslında eskiden "tamir etme" denen bir kavram vardı. Ustaya veya tamirciye bırakmak son çareydi. İki, üç sene önce torbalar dolusu Chip, Pc World vb. dergileri atmıştım. O zamanlar bilgileri hep o dergilerden öğrenirdim, gelişen teknolojiyi o dergilerle takip ederdim. Arızayı kendi kendime tamir etme huyu hayatımda bir çok noktada da olumlu anlamda katkı yapmıştır. En azından kafayı çalıştırırdı. Bugünün çocuklarında ise bu meziyetin kaybolmuş olduğunu görüyorum. Son dönemlerde hayatımızın bir parçası olan kullan-at mantığının maalesef araştırmayan, sorgulamayan nesilleri karşımıza çıkardığı kanaatindeyim. Bilgisayarda Google Chrome'u açtıktan sonra arama sayfasıyla gelmeyen ekranı görüpte mavi ekran veren bir sürü öğrencim var mesela. Evinde bilgisayar olmayan bir çocuğu tabii ki anlarım ama evinde bilgisayar olduğunu bildiğim çocuklarda böyle bir şaşkınlığı görmek açıkçası beni üzüyor. Şimdiki çocuklar her şeyin önlerine hazır gelmesine o kadar alışmışlar ki, alıştıklarının dışında bir durumla karşılaştıklarında afallıyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Yani en azından bekliyorum ki kurcalasın. Öyle boş boş ekrana bakıyorlar "ne yapacağım?" diye. Sekme, görev çubuğu, simge durumuna küçültme vb. durumları defaatle atlamama, uygulamalar esnasında unutmuş olduklarından her seferinde tekrar ve tekrar üzerinden geçe geçe anlatmama rağmen hala bir çok öğrenci bu konularda afallayabiliyor. Bu çocukların zekalarında bir sorun olduğunu sanmıyorum. Eve gittiği zaman tabletini açıp direk ana menüde bulunan bir oyunu açıp oynaya başlayacak bu çocuk. Veya eve geldiğinde bilgisayar açılır açılmaz Chrome'a girip hazır gelen arama çubuğuna oyun yazıp ilk gelen sayfaya tıklama işlemi yaparak tüm bilgisayar kullanım limitini doldurmuş olacak. Nasılsa kullandığı yazılım ve cihazlar her geçen zamanda daha basitleşiyor ve kolaylaşıyor. Bir uygulama kullanımı için kafa kullanma ihtiyacı giderek azalıyor. Aslında bu hayatımıza giren her türlü elektronik cihaz için geçerli. Televizyon, bilgisayar, telefon, otomobil, beyaz eşya vb. Karşılaştığımız sorunları artık kendimiz çözmüyoruz veya karşımıza gelen durum için farklı çözümler üretmeye çalışmıyoruz. Ben bu durumun hayatın pratiği içerisinde bizlere oldukça olumsuz bir geri dönüş yaptığına inanıyorum. En basiti bir ödev araştırırken Wikipedia sayfasından kopyala-yapıştır yapıp ödev yapmış oluyorlar. İlkokulda ödev hazırlarken kafam kadar ansiklopediyi açar, oradan ödevi hazırlamaya çalışırdım. O hazırlama esnasında ister istemez başka konuların resimleri dikkatimi çeker, o resimlerle alakalı başlıkları da okurdum. Aslında en sinir olduğum konulardandır "biz böyle yapardık, şimdikiler peee" lafı ama eğri oturup doğru konuşmak lazım. Gittikçe hayatımız otomatikleşiyor. Kafayı kullanmamız gereken şartlar azalıyor ve karşımıza her şeyin hazırını bekleyen, kendinden bir şey ortaya koymayan çocuklar yetişiyor.

29 Mart 2016 Salı

Zamanın Çocukları

Bir belediye kurumunda yaklaşık 2 senedir bilgisayar öğretmeni olarak çalışıyorum. Yazı yazmaya tekrar başlamamın devamında büyük ihtimal bu konularda yazı gireceğimi tahmin ediyorum. Öğretmenlik yapmak hiç hayalimde olmayan bir işti. Ne yapacağım hakkında fikrim yoktu. Öyle böyle derken 2 seneyi devirdim. Çocuklarla muhabbetimin iyi olduğunu düşünüyorum. Yani geçen şu 2 senedir tarafıma herhangi bir konuda hiç şikayet gelmedi. Zaten bilgisayarla oyun oynama noktasındaki ortak zevkler sayesinde çok zorlanmadım. Şunu belirtmeden edemeyeceğim ki Allah MEB okullarında 30-40 kişilik sınıflarda öğretmenlik yapmaya çalışanların yardımcısı olsun. Bazen internet üzerinde öğretmen maaşları konusunda konuşulanları görünce üzülüyorum. Elbette her işin zorluğu vardır fakat bir araba çocuk ile uğraşmak emin olun çok zor ve zahmetli bir iş. Evet, ağır yük taşımıyorsun falan ama sorumluluğu ve kontrolü sağlama çok zor. Arada bir aklıma geldiğinde tebessüm ettiğim bir konu var ki o da üniversiteye kadar olan eğitim sürecinde, hocadan saklandığımızı, bizi görmediğini zannederek yaptığımız bir çok eylemin aslında nasılda kabak gibi öğretmen gözüyle görüldüğünü keşfetmiş olmamdır. Oğlum her şey kabak gibi ortada la!

Başlığı "Zamanın Çocukları" olarak attım. Bizler, belli bir gelişim evresinin getirdiği yeniliklerle yetişkinliğe adımlarımızı attık. Tabii ki yetişkinlik evresine geçince bazı şeyler oturmuş olduğundan yeni gelişim evresinin getirdiği yenilikleri pek takip etmiyoruz. Hani derler ya "bizim zamanımızda böyle bir şey yoktu" diye. Ben bu lafı anlamıyorum işte. Yahu yoktu ama şimdi var. Evet, kültürel bakımdan gelinen noktalar eleştirilebilir, yeni neslin kitaplarla çok haşır neşir olmaması gibi şeyler konuşulabilir. Bunu anlarım ama arkadaş çocukların yapıp ettikleri üzerinden "bizim zamanımızda böyle bir şeyi yapmayı aklımızdan ucundan bile geçirmezdik" lafları nedir anlamıyorum. İnsanlar büyüyünce kendi çocukluklarını unutuyorlar. Tamam, yapamıyordun; yani sana o eylemleri yaptırtmamaları doğru bir davranış mıymış ki sen yapamadığınla övünüyorsun ve çocuk o eylemi yaptığı için söyleniyorsun? Elbette çocuğa bazı sınırlar çizmek gerekli ama ben bunun fazla abartıldığını düşünüyorum. Adı üstünde, çocuk. Koşacak, düşecek, hata yapacak... Yanlışı veya doğruyu öğretmek katı kurallarla kafasında vura vura mı dikte etmek doğru yoksa o eylemi gerçekleştirdiğinde olumlu veya olumsuz yönde ne gibi sonuçlar doğacağını izah etmek mi doğru? Ben ikinciden yanayım. He, çocuk anlamamakta direniyorsa yaptırım uygulanmalı. Mesela çocukları serbest bıraktığım vakitlerde çocuk haddinden fazla ses çıkarıyor ise bir, iki, üç uyarıdan sonra baktım dinlemiyor, bilgisayarımda kurulu olan programla bilgisayarını kilitliyorum. Oyununun yarım kalacağı endişesiyle mum gibi oluyor. 5-10 saniye sonra ekranını açıyorum ve bir daha gürültü yapmıyor. Aslında gürültüden kastım fazla sesli bağırışmaya başlamaları. Yoksa ille sınıf kütüphane sessizliğinde olacak diye bir gayretim yok. Diyorum ya çocuk bunlar. Konuşacak. Engelleyemezsin. Susturacağım diye kasmanın anlamı da yok. Ben fazla rahatım herhalde bu konularda. Mesela mahalleden arkadaşlarla takıldığımız bir çay bahçesi var. Orada çalışan ağabeyin oğlu bazen babasına yardıma geliyor. Çocuk hal ve hareketleriyle biraz tuhaf bir tip. Ben bunu çocuğun zekasına yoruyorum. Tabii ki her tuhaf hareketlerde bulunan zekidir diye bir şey yok ama bence fazla zeki bir çocuk. Neyse, orada oturan herkes çocuğa bir şekilde gıcık oluyor. Çocuğunda umurunda değil. Yanımdakilerde devamlı kovma derdinde. Ben ise dersimde böyle çocukları arıyorum. Ciddiyim! Sınıfta put gibi oturup ders dinleme dışında başka faaliyeti olmayan çocuklarla emin olun acayip sıkıcı geçiyor. Aralarında bir kaç orjinal tip olacak ki derste makara da olsun. Yok öğretmen çocuklarla fazla muhabbete girerse çocuk cıvır, fazla sevgini gösterme falan bunlar nasıl bir aklın ürünü anlamıyorum. Diyorum ya çocuk la bu cıvıyacak tabii ki. Öğretmenin mümkün mertebe arkadaşmışcasına öğrenciye yaklaşması gerektiği taraftarıyım. Yeri gelir soğuk espri yapıp öğrencilerle tiksinme bakışları yaparım, yeri gelir yaşı biraz daha büyük olanlarla kantır atarım, yeri gelir Transformice oynarım, yeri gelir özür dilerim, yeri gelir aklıma gelmeyen bir hususu veya bilmediğim bir şeyi çocuklara sorarım. Kademe grubum var mesela. 2 senedir benim öğrencim olupta muhabbetimin diğerlerine nazaran daha iyi olduğu çocuklar. Allah var kafaları da çalışıyor. Hatta bunlardan iki tanesi üstün zeka belgeli çocuklar. Ağabey-kardeş hemde. E yeri geliyor kafamın basmadığı bir şeyde bu çocuğa danışıyorum. Bunun bana bir şey kaybettirdiğini kesinlikle düşünmüyorum. Bu üstün zekalı çocuk her gün okul çıkışı yanıma geliyorsa, okulda yaşadığı sıkıntıları içinde tutmayıp bana anlatıyorsa ben bu çocuğun kalbinde yer etmişim. Geçen gün abuk bir işle uğraşıyordum. "Hocam işsiz misiniz hayırdır?" dedi. Yapmaya çalıştığım şeyi anlatınca beraber herhalde 10 dakika katıla katıla gülmüşüzdür. Dediğim gibi öğrencilerle böylesine bir muhabbete girmek ne bende bir şey eksiltiyor ne de çocukta şımarmaya yol açıyor. Hep kendimden bahsetmiş gibi oldum ama aslında ben hep öğrencilik hayatımda görmek istediğim bir öğretmen modelini yaşatmaya çalışıyorum. Böyle olmaya kasmıyorum. Geçmişten bugüne tabii ki sevdiğim ve saygı duyduğum bir sürü öğretmen tanıdım ama ilkokulda neredeyse hiç saygı duyacağım bir öğretmene denk gelmedim. O yüzden şuraya bağlayacağım, çocukların en önemli aşamalarından biri olan ilk ve ortaokul çağlarında onların öğretmenliğini yapacak insanların bence çok ciddi elemelerden geçirilerek alınması gerekiyor. O yaşlar çocuğu kazanabileceğin veya kaybedebileceğin yaşlar. Lise devresi süresince kanaatimce öğrencide çok büyük bir değişim meydana getirilemez çünkü az çok çocukta bir karakter ve yapı oturmuş oluyor. Aslında yazacağım çok şey var. Başka bir konu üzerine yazı yazacaktım ama yazdıkça konu başka yerlere kaydı. Sonra devamını getiririm.

Youtube ve Oyun Kanalları

Bugünlerde beğendiğim bilim-kurgu filmlerini bir video ile Youtube'da yayınlamayı düşünüyorum. Nedense bugünlerde bir şeyler yayınlama merakı başladı. Tabii ki insan bir şeye merak salınca ister istemez merakın olan konuyla alakalı konuşulanlar kulağına daha fazla gelmeye başlıyor. Özellikle 10 yaş üstü çocuklarda oynadıkları oyunların videolarını yayınlama bayağı popüler. Bu tip şeylerle meşgul olmaları aslında hoşuma gidiyor. Tabii ki derslerini etkilemediği sürece fakat bir yandan da sinir bozucu buluyorum :) Mesela oynadığım oyunda takıldığım noktayı çözmek veya satın almaya niyetli olduğum bir oyunla ilgili inceleme videosu izlemek istediğimde bir çocuğun anlatımına denk geldiğimde ayarım kaçıyor, oyundan soğuyorum. Allah'tan şu anda takıntılı oldukları oyunlar sınırlı. Gözlemlediğim kadarıyla Minecraft, Lol, First Blood veya CS:GO üzerinden gidiyor. Mass Effect Andromeda çıktığında bu oyuna saran ufaklıklar görmek istemem piyasada. Oyundan soğurum falan.

27 Mart 2016 Pazar

5 Sene geçmiş

Az evvel aklıma bir blog sayfam olduğu geldi. Hevesle üç beş bir şey yazmaya başlamış, sonra bırakmışım. Şöyle bir yazdıklarımı gözden geçirdim. Hacı cidden hayal gücüm fena değilmiş. Yaşlandıkça sanki o hayal gücü geriliyor. Olgunlaşma sürecinden olabilir mi bilmiyorum. Hoş gene o yazıları yazarken 21-22 yaşlarındaydım. Gene olgun olmam gereken yaşlarmış. Hoş geldik 27'ye hala olgun olup olmadığımı bilmiyorum. Bu yaşta iyi taklit yaptığım ortaya çıktı mesela. İnişli çıkışlı abuk bir üniversite macerasından sonra eşek kadar olduğum kanaatiyle işe girdim. İş yerinde haddinden fazla orjinal tip olunca muhabbetler esnasında milletin tiplemeleri bende taklit olarak ortaya çıkınca insanlar mimiklerini saklar oldu. He birde önceki yazılarımda bazı imla ve kelime yazım hatalarını çokça yaptığımı fark ettim. Hoş şimdi gene çokça hata yapıyorumdur belki ama kendi yazım bilgim dahilinde öncekiler fazla gözüme battı. He birde Affiliate Marketing'le fazla kafayı kırmışım. Boş işler demek doğru olmaz ama şu var ki Türkiye'de bu iş yürümez. Yurtdışı için çalışılacaksa çok sağlam bir İngilizce ile yapılması gerekiyor. E üniversite hazırlık ingilizcesiylede iş yapmaya kalkarsan millet tınlamaz. İş bulup çalışın kardeşim!

Bu ergenleşme sürecindeki yeni nesilde bir Amerikan Güreşi ve John Cena hastalığı gözlemliyorum. Sebebini bilen?